Geçen haftalarda başladığımız öyküye devam sevgili dostlar… Liseli yıllarımızda da Bektaş’la dostluğumuz sürdü. Akşehir Belediye Parkı’ndaki muhabbetlerimiz de çıta yükselmişti. O Bertol Brecht’i, Shakespeare’i keşfetmiş ben de Marks ve Lenin’i… Artık Rus klasikleri okuyor, Fransız, Rus ve Küba Devrimlerini araştırıyor, Denizler, Mahirler’i iyi biliyordum.
Bektaş tiyatrocu olup Anadoluyu gezme sevdasından asla vazgeçmemiş, ben de yoksulluğun çözümünü bulmuş bir gün ama bir gün mutlaka sosyalist devrimin temelinde kocaman bir tuğla olmayı kafama koymuştum.
Bektaş lisede son sınıftayken babası devlet konservatuvarı sınavlarına girmesine izin vermedi. Babasına göre tiyatro işi gücü olmayan berduşların uğraşısıydı, üstelik oyunculukta para pul da yoktu.
Bektaş babasının ısrarına boyun eğmek zorunda kaldı ve istemese de Ankara’ya hava assubaylık okuluna gitti… Ben de bir kaç yıl sonra Ankara Gazetecilik ve Halkla İlişkiler Yüksek Okulu’na…
O günlerde Bektaş’ın “Bak kafama koyduğumu yaptığımı en iyi sen biliyorsun. O ayakkabıları para biriktirip nasıl almıştım? Şimdi assubay okuluna gidiyorum ama bir gün mutlaka tiyatrocu olacağım” dediğini çok iyi hatırlıyorum.
***
Bektaş okulu bitirip tayin olup gittiği şehirde kısa süre sonra da evlenip çoluk çocuğa karıştı. Artık yazları tatile gittiğimizde, Akşehir’de görüşebiliyorduk. Yaşamı istemediği bambaşka bir yöne evrilmişti ama tiyatro sevdası hiç mi hiç eksilmemişti.
Bektaş ile bir yaz günü Akşehir Belediye Parkı’nda buluştuk yine. Yıllık iznindeydi… Dertliydi. Parasına diyecek yoktu ama ilgi duymadığı işi yapmaya artık dayanamadığını söyledi. Kafasındaki plana göre, hayatının rolünü oynayacaktı. Yeni rolü “Zırdeli bir astsubay” olacaktı. Bunun için Akşehir Halk Kütüphanesi’nde araştırma yapmış, kendisini emekli yaptıracak ağır psikolojik bir hastalık bile bulmuştu. Eğer askeri hastanenin sağlık heyeti bu role inanır ve onu erken emekli ederlerse tiyatrocu olacaktı. Yok kimseyi inandıramazsa, “Demek ki başarısız bir oyuncuyum. Benden bir cacık olmaz” diye düşünüp, bağrına taş basacaktı…
Bu muhabbetten sonra Bektaş ile uzun süre görüşemedik. 1984 yılıydı… Ankara’da sırtımda parka hem üniversitede “master” yapıyor hem de çalışıyordum. Bir gün Bektaş işyerine çıkageldi. Gök mavisi gözleri parlıyordu. Çok mutluydu… Bana sarılırken “Ankara’ya turneye gelmiştik de” dedi…
Başarmıştı bizim deli oğlan! O gün uzun uzun sohbet ettik. İkimizde bu dünyada şeytanı göremesek de meleklerimizi keşfetmiştik.
Ayrılırken, “Şimdi sıra sende” dedi. “Ne sırası” der gibi gözlerine baktım, “Devrim yapma sırası be ya” dedi bir oyundan tirat okurcasına sesini yükseltti: “Devrim sırasııı!.”
***
Artık 60’ındayız. Bektaş’ı face’den takip ediyorum. Ak saçlı, mavi gözlü oyuncu sürekli Anadolu turnesinde. Ben mi ne yapıyorum şimdi? Ben de Bektaş’a verdiğim sözü tuttuğumu göstermek için ha bire çalışıyorum hâlâ… Hani ben de kafasına koyduğunu yapanlardanım…
2018 öykü tadında, mutlu huzurlu ve sağlıklı geçsin dostlar…
- Oxford Street’de Urfa’daki işçileri desteklemenin erdemi
- Namık Kemal’in Londra’daki izi
- İngiltere’de emekli maaşı 50 paket sigara karşılığında
- İki ülkede belediyecilik karşılaştırması (II)
- İki ülkede belediyecilik karşılaştırması (I)
- İngiltere laikliği sağlamlaştırıyor
- Emekli WASPI kadınlarının zaferi…
- İngiltere’nin simgesi Minilerin tasarımcısı: İzmirli Alec
- Kral Charles ve bir yoksul hastalığı olarak kanser…
- Ahhh Kate Osamor bir çuval inciri berbat ettin!