Garson yanıma geldi ve çay siparişimi verdim. Çayım sütsüz olsun diye de ikaz ettim. Masamda İngiliz Tarihi ile ilgili bir lise ders kitabı vardı. Tarih gibi derin bir denize paldır küldür atlamayayım diye giriş mahiyetinde de olsa bu kitabı okuyayım dedim. İyi de etmişim. Kitabın toplumsal hayata dair bölümünde göçmenlerle ilgili bir başlık vardı. Başlığın altındaki bir cami fotoğrafı ve yazı dikkatimi çekti: “Londra Brick Lane Jamme Masjid Camisi”, 1600’ların sonlarında Fransa’dan Londra’ya göç eden Hugeunotlar’ın kilise olarak inşa ettiği bina, daha sonra 19. yüzyılda Yahudiler ’in buraya gelmesiyle sinagog olarak kullanılmıştır. 1976’da ise Bangladeşliler tarafından camiye dönüştürülmüştür”. O fotoğrafı ve altındaki yazıyı zihnimin bir köşesine yerleştiriverdim.
Ve bir Cumartesi sabahı yolumu Brick Lane Caddesi’ne düşürdüm. Sabahın ilk saatlerinde kuzey-güney doğrultusunda uzanan caddeyi ve tüm Spitalfields’in diğer ara sokaklarını dolaştım durdum. Geçmişin izini süreyim diye her köşe başında bir şeyler aradım. Lakin gün ilerledikçe hayat da tüm hızı ile akmaya çoktan başlamıştı. Cadde boyunca sıralanmış bir sürü lokanta müşterilerini bekliyordu.
İçlerinde nispeten lüks olanlar olduğu gibi salaş olanlar da vardı. Bu restoranlarda “Hint Mutfağına” ait yemekler servis ediliyordu. Londra’nın çoğu yerinde Hint yemeklerinin yapıldığı restoranlar vardır ancak Brick Lane için “Curry’nin merkezi” denmektedir. Yani Brick Lane’e gelindiği zaman burnunuza mutlaka Hint Baharatlı yemeklerin kokusu gelmesi normaldir. Sadece lokantalar değil cadde üzerinde sıralanmış bütün dükkanlar müşterilerini bekliyordu ve bu dükkânların çoğunun Bangladeşlilere ait olduğu tabelalardan anlaşılıyordu. Eğer tabelalar bir şey söylemiyorsa dükkan sahiplerinin kıyafetleri ya da görünümleri ben Hint Yarımadası’ndan geldim diyordu.
Öğleden sonra caddede kalabalık arttı. Buralar pazar günleri daha çok kalabalık oluyormuş. Bunu sonra öğrendim. İlginç olan ise buranın eskiden beri böyle kalabalık oluşudur.
Hatta Yahudilerin iskan ettiği zamanlarda pazar günleri alış veriş yapmak isteyenler için bir Çarşı inşa edilmiş ve burası Pazar Çarsısı (Sunday Market) olarak anılagelmiştir. Pazar Çarsısı yine işlek ve kalabalıktı. Daha çok gençlerin ve öğrencilerin uğrak mekanı olan bu pazar son yıllarda çevredeki diğer yerler gibi “kentsel dönüşüm (gentrification)”den nasibini almış. Eski tarihi binalar restora edilip sanat galerisi ve eğlence merkezi olarak kullanılmaya başlamış. Caddenin bir yerinde geleneksel kıyafetli bir Bangladeşli görmek çok olası iken diğer köşesinde eğlence merkezlerinde sabahlayan gençleri de görmek mümkündür. Sanat galerilerinin açılması caddenin duvarlarına grafiti olarak yansımış. Duvarlarda çeşit çeşit grafiti görmek mümkün. Grafitiden haz eden biri olmadığımdan olsa gerek pek de bu duvar yazıları ile ilgilenmedim. İlgimi daha çok binalar çekiyordu.
Londra’nın bir klasiği olan kırmızı biriketler buraya da hakimdi. Fakat buradaki binaların farklı bir özelliği daha vardı. Çoğunun pencereleri; özellikle çatı katlarının pencereleri daha büyüktü. Bölgeye ilk gelen Huguenotlar dokuma amaçlı inşa ettikleri binalara daha fazla ışık sağlamak amacıyla pencereleri büyük yapmışlar. Binaların estetik değeri yok gibi ancak eskiye dair bir çok hikayelerinden olsa gerek insanın gözünde bir anda güzelleşiveriyorlardı. Kalabalığın içinde kırmızı tuğlalı binaların hikayesini görmek ne kadar mümkündür bilmiyorum ama aynı kalabalıkların içinden geleneksel kıyafetleriyle koşturan yaslı bir Bangladeşli amca gördüm. Bu koşturma hali bana tanıdık geldi. Anladım ki namaz vakti gelmişti. Camiye yakın sayılırdım. Acaba amca camiye mi gidiyor diye merak ettim ve ben de o tarafa doğru yöneldim. Yanılmamışım. Yaşlı amca caminin kapısından içeri giriverdi. Caminin hikayesi de tıpkı Brick Lane Caddesi’ninki gibiydi. Huguenotler’ın kilise olarak kullandığı bina, daha sonra Yahudilerin gelmesiyle sinegog olarak kullanılır ve en son olarak Bangladeşli Müslümanlar binayı satın alarak camiye çevirirler. Fetihlerle camiye dönüşmüş mabetler bilirim ancak sebebin göçler olduğuna ilk defa şahit oluyorum. Tabi biraz şaşırtıcı ve ilginç bir şey.
En azından benim içim öyle. Caminin etrafını gezdim. Bu binanın diğerlerinden hiç bir farkı yok gibiydi. Klasik Londra briketlerinden yapılmış ancak biraz daha açık renkliydi. Caminin köşesinde ise hangi metalden yapıldığını pek de anlamadığım ve öylesine oraya konulmuş hissi veren bir de minare vardı. İçi ise oldukça sadeydi. Sanki tipik bir Anadolu kasaba camisi gibi.
- Michail Gove’un Birinci Dünya Savaşı’na dair açıklamaları üzerine düşünceler
- Doğu Londra’da tarihi bir semt : Spitalfields
- 2000 yılından sonra gelenler
- PISA 2012 ( Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı)
- Gök kubbede hoş bir sadâ : Osman Balıkçıoğlu
- Misak-ı milli sınırlarını aşan bir yemek tabağı
- Anma Günü ya da Kırmızı Gelincik Günü
- Tıkış tıkış evler
- Başlarken