Türk sinemasının son 20 yılına adını altın harflerle yazdıran, filmlerinde her daim derinlik olan bir yönetmen: Semih Kaplanoğlu. Yaptığı her filmde hayatı olanca gerçekliğiyle yüzümüze çarpan, akıp giden hayattan anlam çıkarmanın elzem olduğunu gösteren bir yönetmen.
Semih Kaplanoğlu, üniversite yıllarımda filmlerini izlediğim ve hayran olduğum bir yönetmendi. Gazeteciliğe merhum Akif Emre’nin çıraklarından biri olarak başladım. Şanslıydım, çünkü Akif abi ile Semih hoca iyi arkadaşlardı, hayranı olduğum bir yönetmene bir adım daha yakın hissetmiştim ilk öğrendiğimde. Tanışmayı en çok istediğim yönetmenler arasındaydı. Kısmet bugüneymiş. Başyapıt olarak adlandırabileceğimiz son filmi Buğday’ın (Grain) Londra Film Festivali’nde gösterileceğini öğrenince hemen yapım şirketine ulaşmaya çalıştım, eğer gösterime o da gelecekse röportaj yapmak istiyordum. Birkaç gün sonra Semih hocanın röportaj yapmaya sıcak baktığını öğrendim. Film günü geldi ve sinemanın önünde yanına gidip kendimi tanıttım. Sonra filmi izledik. Şimdiye kadar yapılmamış olanı izletti bize Buğday. Filmi izleyenler ve izleyecek olanlar bu sözlerime hak verecektir. Şimdi isterseniz bu şaheseri bize kazandıran usta yönetmenle olan sohbetimizle baş başa bırakalım sizleri.
Kamerayla nasıl tanıştınız ve sizi bir yönetmen olmaya sevk eden o kırılma noktası neydi?
70’li yılların başıydı, henüz yedi yaşındaydım, babamın fotoğraf stüdyosu vardı. Zamanımın çoğu fotoğrafların basıldığı o karanlık odada geçiyordu. Bir de çocukluğumun geçtiği İzmir’de o dönem çok sayıda film yaz sinemalarında gösteriliyordu. O filmleri izleyerek büyüdüm. Sonra bir kameram oldu ve onunla görüntüler çekmeye başladım. Yerli ve yabancı birçok yönetmenin filmini izledim o dönem. Filmler yabancı dildeydi, dil bilmiyordum ama izliyor ve zamanımı ne söylendiğini anlamaya çalışmakla geçiriyordum. O filmler benim için okul gibiydi. Asıl kırılmayı ya da sarsılmayı 1985 sonrası izlediğim bir Andrei Tarkovsky filmiyle yaşadım. Film Zarkola (Ayna). Bu filmi izledikten sonra allak bullak oldum.
Semih Kaplanoğlu denince herkesin aklına ilk gelen Yusuf üçlemesi olur. Bu filmlerin hikayesini paylaşır mısınız? Şair Yusuf siz misiniz?
Şair Yusuf kısmen beni oynuyor. Mesela Süt filmindeki sarhoş öğretmen benim öğretmenimdi. Ancak tamamen benim hayatımı anlatmıyor. Filmlerin hikayesine gelince, filmlerin fikirlerinin ortaya çıkma dönemi benim kırklı yaşlarımın başlarına denk geliyor. Bu dönemde insan geldiği yere de bakıp kendine yoğun bir şekilde sorular soruyor. Nereden geliyorum, ne yaptım, nereye gidiyorum? Bu soruların cevaplarının çeşitli yaş evrelerinde saklı olduğunu anladım. Bir tür psikanaliz gibi, geriye gidip bugünü anlama çabası. Ve o zaman aynı karakterin orta yaştan gençlik ve çocukluğuna doğru gidip, hayatın meydana geldiği ana varabilir miyim diye bu üçlemeyi yazdım.
Yusuf üçlemesinden sonra Buğday’ı yaptınız. Bu filmin hazırlık aşamasından başlayarak tamamlanıncaya kadar geçen süre yaklaşık beş yıl. Bir kısmına ben de uzaktan şahit olmuştum. Bu filmin çekimini bu kadar uzun kılan nedir?
Aslında Buğday’ın çekimi bir buçuk yıl sürdü. Ancak yaklaşık iki yılı bulan bir hazırlık aşaması oldu. Bunun önemli bir bölümü mekan gezmek, dekor oluşturmak, oyuncu bulmak gibi teknik konularla geçti. Çok büyük bir prodüksiyon ve geniş bir oyuncu kadrosuyla çalıştık.
Çekimlerin uzun sürmesinin nedeni ise, film üç farklı kıtada ve üç farklı ülkede geçiyor. Tüm ekibin ve ekipmanın çekim için bir ülkeden bir ülkeye nakledilmesi uzun ve meşakkatli bir süreç oldu. Çekimlere ABD’deki Michigan eyaletindeki Detroit şehrinde başladık. Orası terk edilmiş bir yer, adeta hayalet bir şehir. Bizim filmin konusu için tam aradığımız bir yerdi. Dış çekimleri orada yaptık. Ancak iç çekimler için binaların yapısı ve içlerinin harabe oluşu işimizi zorlaştıracaktı. O yüzden iç çekimleri Almanya’daki bir şehirde gerçekleştirdik. Filmin kalan kısmı ise Anadolu’da geçti. Ancak üç farklı ülkede çekilen filmde görüntü bütünlüğü oluşturmak için filmi siyah beyaz yaptık. Ayrıca, bu film negatif çekildi, o yüzden de görüntü kalitesi dijitale göre çok daha iyi oldu.
Film içerik itibariyle birçok yere gönderme yapan ve çok keskin mesajları olan bir film. Yine de bunu yaparken propagandist bir yola sapmaktan kurtulmayı başarmışsınız. Bunun için özel çabanız oldu mu?
Evet oldu. Filmin didaktik bir yere doğru gitmemesi için çok çaba sarf ettim, çünkü aksi durumda istediğim etkiyi yapamayacaktı.
Filmde spiritüel denebilecek bir yolculuk hikayesi var, bununla birlikte bilim kurgu öğeleri barındırıyor. Filmin fikri Kur’an’daki bir sûrede geçen Hz. Musa ve Hızır’ın yolculuğundan çıkmış. Bunu bilim kurguyla harmanlarken herhangi bir tepkiyle karşılaşacağınız endişesini taşıdınız mı ya da insanlara tuhaf gelebileceğini düşündünüz mü?
Neden öyle olsun ki, batı sineması da bilim kurgu içerisinde Hristiyanlıktan alınan bir çok öğeyi kullanıyor, bu neden tuhaf karşılanmıyorsa bizim yaptığımız da karşılanamaz.
Filmde rüya unsuru öne çıkıyor. Bunun nedenini açıklar mısınız?
Nesneler dünyasında yaşıyoruz ancak sadece nesneler dünyası yok. Rüyaların da kendine has bir dünyası var. Her nesnenin bu dünyada bir karşılığı olduğu gibi rüyada da bir karşılığı bulunuyor. Bu ikisi hakikat dediğimiz şeyi bulmak yada anlamak için iki ayrı gösterge.
Bizim geleneğimizde rüya kavramı çok önemli bir mesele, çünkü biz bu hayatı rüya olarak düşündüğümüzde ve bundan uyandığımızda gerçek hayata kavuşacağız. Biz rüyayı ya da manayı yorumlayarak kendi hayatımızın hakikatini anlamaya çalışan bir medeniyeti devralmış bir toplumuz. İnsanın hayatta geçtiği aşamalar, onun rüyalarında da karşılığı olan şeyler. Yüzlerce yıldır dervişlerin rüyaları defterlerde toplanmış ve devirler geçtikçe onların manaları yorumlanarak insanın yüzlerce yıllık manevi gelişimi bu şekilde kayda alınmış. Ben kendi adıma filmlerimi yaparken gördüğüm dünyayı rüya olarak kabul edip filmlerimi yapıyorum, yani filmlerim rüya olarak gördüğüm dünyanın hakikatini anlama çabaları gibidir.
Son olarak Yusuf üçlemesine dönersek; Yumurta, Süt ve Bal isimleri neleri simgeliyor?
Dediğim gibi film 40lı yaşlarından sonra geçmişe dönüp hayatının evrelerini sorgulayarak kendini anlamaya çalışan bir kişinin hikayesi. Burada 40 yaşından sonra doğduğu yere tekrardan dönen ve orada adeta yeniden hayata gelen bir insan var. O yüzden hayata gelişi simgeleyen Yumurta ilk filmin adı.
İkinci film olan Süt ise, genç yaşta evden ve annesinden ilk defa ayrılan bir kişinin sütten kesilmesi gibi ilk ayrılığını ifade ediyor. Bal ise hayatın oluşumu, küçük bir çocuğun ruhunun oluşumunu yani ruhu ifade ediyor.
Bize kıymetli vaktinizi ayırdığınız ve sorularımızı samimiyetle cevaplandırdığınız için çok teşekkür ederim.
Eyvallah.