Ne zaman çalışmak için bir kahve zincirine gitsem, ikinci kahvede huzursuzlaşırım. Kafein dozundan değil, bilgisayarımı masada bırakıp, kasaya yeni bir sipariş vermeye gitmenin mecburiyeti sıkar canımı. Çünkü bilirim ki, masamdan gözlerimi ayırdığım olası bir 45 saniye içinde bilgisayarım uçup gitmiş olabilir! Müşteri sadakat kartımı yeni damga basılması için cüzdanımdan çıkararak uzatmak, yanımdaki yaşlı adama sıra verirken ettiği teşekküre karşılık, gözlerine bakarak gülümsemek, Barrister’a kahvemin yanında süt istemediğimi söylemek ve ısrarla uzattığı sütlüğü ona geri vermek, çalan telefonumu cebimden çıkararak kimin aradığına bakmak… Bunların herhangi birini bile yapmak, beni, ‘bilgisayarı çalınmış insan evladı’ durumuna düşürmeye yeter de artar bile!
Bilgisayarını ya da cep telefonunu daha ne olduğunu anlamadan çaldıran insanlar sizin çevrenizde de olmalı. Hiçbiri gerizekalı, ya da toplum içinde yaşamaları uygun olmayan kişiler değiller. Sadece ‘insanlık hali’ diye tanımladığımız şey başlarına gelmiştir, bir anlık dalgınlığın kurbanı olmuşlardır hepsi o. Ama o ‘insanlık hali’ni yargılayanların, bir nevi ‘insanlık sınavı’ndan geçtiğini kimse fark etmez! Malını çaldırana saplanan okları anlamak yine de mümkün. Bazıları her şeyi diğerlerinden çok iyi biliyor çünkü! Onlar hep haklı, hep bilmiş. Peki evlat acısı yaşayan birine saplanan oklar? Onları anlamak mümkün mü? “İnsan insanın canını acıtmayı seviyor, ondan herhalde” diyorum, başka da verecek bir yanıt bulamıyorum. Yoksa evladını kaybetmiş bir anne-babaya neden vursunlar, neden onların yüreğini biraz daha yakmak istesinler ki?
Geçtiğimiz haftalarda Zekeriyaköy’deki evinden kaybolan ve ertesi gün komşu villanın havuzunda cansız bedeni bulunan Pamir’i hatırlatacağım sizlere. Bir çocuğun ölümü yeterince acı, bir evladın ölümü ise katlanılmaz olmalı. Çocuk sahibi olan/olmayan herkesin bu ızdırabı tahayyül etmeye çalıştığını tahmin edebiliyorum. O halde, anne-babayı kayıplarıyla ve acılarıyla baş başa bırakmak neden çok zor geliyor bazılarımıza? Neden susmuyorlar bir türlü?
“Çocuk 3 yasına gelmiş, altı hala bezliymiş! Olur muymuş hiç?” İnsanlık dersinden ilk çakanlar bunları söyleyenler olmalı. Minicik bir oğlan çocuğu havuzda boğulmuş, bazıları kalkmış anne babasının verdiği/veremediği tuvalet eğitimini sorguluyor. “Çocuk daha önce de evden kaçmış, neden kapı kilitli değilmiş ki?” Belki evin hanımı, kocası kilitledi sandı. Kocası da karısından bekledi. Belki uyuyakaldı baba, çocuğu göğsünün altında, belki anne anahtarı saklarken çocuk gördü, sabah kalktığında da yerinden alıp, kapıyı öyle açtı! O gece o evde neler yaşandığını kim bilebilir? Ya da minik Pamir’in cin zekasından geçen fırlama planları hangimiz tahmin edebiliriz? “Baba sakinmiş, anne ortada yokmuş…” Yazık! ‘Çok ama çok üzgün’ suratlarıyla bu dedikoduları yapanlar, kahve sohbetlerinde Pamir’in anne babasını eleştirenler şu anda çoktan normal hayatlarına döndüler bile! Oysa evladını toprağa bırakan bir anne babanın bir daha asla öyle bir şansı olmayacak.
İnsan olmanınyolu ah’lamaktan, vah’lamaktan, iki damla gözyaşı dökmekten değil, empati kurabilmekten geçiyor! İnsan olmayanlara gelince… Onları tanımlayacak başka bir kelime aradım ama sonra diğer canlılara acıdım. Ne diyeyim, Allah hepimizi ‘bilmiş’lerden korusun!
Yazı : Hülya Çamlık