İngiltere ADD Başkanı Jale Özer, 30 Ağustos Zafer Bayramı dolayısıyla bir kutlama mesajı yayınladı.
30 Ağustos 2013’te Türk milletinin özgürlük ve bağımsızlık anıtının 91’nci yılını idrak ettiklerini ifade eden Özer mesajında şunları kaydetti: “30 Ağustos kutsal Zafer Bayramımızın heyecanını yaşadığımız, yaşatmamız gerektiğini özümsediğimiz şu günlerde, demokrasinin kaynağı, ulusal birliğin dayanağı, inanç özgürlüğünün güvencesi olan laikliği, kendi ilkel, yobaz çıkarları için, din düşmanlığı ile suçlayıp, cumhuriyet değerlerine ve kurucularına, başta Atatürk’ümüz olmak üzere, saldıranlar, çarpık yaklaşımlarıyla, aslında dindarlığı değil, din ticaretinin simsarları olarak, sahnede yer alıyorlar”
Özer, “Ulusal varlığımızın, Türk olma onurumuzun kutsal simgesi Cumhuriyetimizi numaralandıranlardan, takkecilerden, yandaş çıkarcılardan, laiklik karşıtlarından korumak, kendini Türk bilen her yurttaşın insanlık ve namus borcudur. İnsan ve yurttaş olmanın bilincini yitirmeyenler, onurlu cumhuriyetçiler, Mustafa Kemal Atatürk’ün düşünce sistemini özümseyenler “gezi ruhu” heyecanı içinde, tüm olumsuz girişimlere direnecek, yılmayacak, yorulmayacaktır.
Bilmeliyiz ve hiç aklımızdan çıkarmamalıyız: Umudunu ve cesaretini kaybeden uluslar, her şeyini kaybeder.İngiltere Atatürkçü Düşünce Derneği olarak, 30 Ağustos 2013’te Türk milletinin özgürlük ve bağımsızlık anıtının 9’nci yılını idrak ediyor, tüm yurtseverleri selamlıyoruz” dedi.
İADD Başkanı Jale Özer’in mesajı şöyle: “23 Nisan, ulusal iradenin çiçeklerinin açtığı gün, 19 Mayıs, Atatürk’ün Türk gençliğine ‘bayram olarak armağanı, 30 Ağustos, Türk milletinin özgürlük ve bağımsızlık düşüncesinin ölümsüz anıtı, 29 Ekim, Ulusal varlığımızın kutsal simgesi. Bu dört bayram, ulusumuzun heyecanı, gururu, aydınlığa uzanan ışıklı yolun hiçbir gücün, ilelebet söndüremeyeceği meşaleleri. Ne yazık ki, malum zihniyetin ,bilinen çarpık gerekçeleriyle, bu onur simgeleri, son zamanlarda içerik boşaltılmasına, gözlerden ırak tutulmasına çalışılıyor.
26 Ağustos 1922’de büyük taarruz başladı. Birliklerimiz iki günde işgalci Yunan ordusunun cephesini yardı. Önce Afyon’u, sonra Kütahya ve Uşak’ı, 6 Eylül’de Balıkesir’i, 9 Eylül’de İzmir’i, 10 Eylülde Bursa’yı kurtardı. Çanakkale’ye ve adı ‘tarafsız’ olan İngilizlerin kontrolündeki bölgeye kadar yürüdü.
İki ay önce, İstanbul’u işgale hazırlanan Yunan ordusu, ‘geldikleri gibi ‘ mi gidiyordu?
İzmir’e çıktıkları gün, büyük şımarıklıklarla, vilayet binasına Türk Bayrağını indirip, kendi bayraklarını sallandıran, yiğit gazeteci Hasan Tahsin’i şehit eden, kısa etekli, ponpon çoraplı ‘efsun askerleri’ arkalarına bakmadan kaçıyor, denize dökülüyordu. Büyük kurtarıcı Mustafa Kemal Atatürk’ün üstün dehası ve önderliğinde, ulusal onur adına içilen ant yerine getirilmiş, ülke yabancı işgalinden kurtarılarak, özgür ve bağımsız Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşuna giden yolda ilk temel taşları atılmıştı.
Kurtuluştan sonraki yıllarda aydınlanma devrimi başlamış, kuruluş dönemi hızla sürüyordu. Cumhuriyet devriminin temel taşları birbirinin ardından bir sonraki, bir öncekinin tamamlayıcısı olarak devam ederken, Atatürk Ekim/1927 tarihinde toplanan CHP ikinci kurultayında okuduğu Nutuk’ta 30 Ağustos’a giden yoldaki düşüncelerini ‘ ya bağımsızlık, ya ölüm’ değerlendirmesiyle şöyle dile getirdi:
Aslolan Türk ulusunun saygın ve onurlu bir ulus olarak yaşamasıdır. Bu temel ancak tam bağımsızlıkla sağlanabilirdi.
Ne kadar zengin ve refah içinde olursa olsun, bağımlı bir ulus, uygar insanlık katında ( UŞAK) olmaktan öteye gidemezdi.
Benim gözümde yabancı bir devletin koruması ve efendiliğini kabul etmek; insanlıktan çıkmak, güçsüz ve uyuşuk yaşamaktı.
Bu derece alçalmadıkça, kimse başına bir yabancının geçmesini isteyemezdi.Ben inanıyorum ki, Türk’ün saygınlığı, ruh yüceliği ve yetenekleri çok yüksek, çok büyüktür. Böyle bir ulus, esir yaşamaktansa yok olmayı üstün sayar. Bu inançla ya bağımsızlık, ya ölüm “ dediğini ifade etmiştir.
Ulusal bayramların yerine, “RABİA” dört açık bir kıvrılmış başparmakla, Türkiye Cumhuriyetini Müslüman Kardeşlerin Çatısı altına sokan zihniyetin zamanın ruhu gibi sergilendiği ortamda, büyük kurtarıcımız Mustafa Kemal Atatürk nutkunu sonlandırırken söylediklerini bugün o kürsüde seslendirseydi: “Ulusal yaşamdaki gelişmeleri, içlerine sindiremeyenler, düşünce ve kavrama sınırları daraldıkça, bana direnmeye ve karşı çıkmaya başladılar” demek gereksinimini, acaba hayal dahi edebilir miydi?”