2 Haziran 2025
İnsan hakları evrenseldir. Etnik kökeni, dini, siyasi görüşü ne olursa olsun her bireyin hakkıdır. Adalet ve eşitlik de yalnızca bir tarafa değil, tüm Kıbrıslılara tanınmalıdır.
Ancak Türk tarafının son 61 yıllık tecrübesi, bu ilkelerin Kıbrıs’ta ne denli çifte standartla uygulandığını acı bir şekilde göstermektedir. Mülkiyet haklarında, siyasi eşitlikte ve uluslararası tanınmada, Türkler çoğu zaman dışlanmakta ve ayrımcılığa maruz kalmaktadır.
Bu nedenle bugünlerde sıkça dile getirilen “gasp” kelimesinin Türkler açısından ne anlama geldiğini açıkça ortaya koymamız gerekiyor.
Kıbrıs Cumhuriyeti’ni Kim Gasp Etti?
1960 yılında kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti, Rum ve Türklerin eşit ortaklığına dayalı iki toplumlu bir devletti. Ancak 1963’te Rum liderliği anayasada yasa dışı değişiklikler önerdi. Türk tarafı bu önerileri reddedince şiddetli çatışmalar başladı ve Türkler devlet kurumları ile hükümetten dışlandı.
1964 yılının Mart ayında Birleşmiş Milletler iki gerçeğin tamamen farkındaydı. Birincisi, Rum ve Türk toplumlarının Kıbrıs Cumhuriyeti’nin eşit kurucu ortakları oldmasıydı. İkincisi ise, yaşanan çatışmalarda asıl mağdur olanların açık ara farkla Türkler olduğuydu (25.000 Türk yerinden edilmişken, bu sayı Rumlar için yalnızca 250 idi). Buna rağmen, 186 sayılı BM kararı Türk tarafının onayı alınmaksızın kabul edildi ve yalnızca Rumlardan oluşan meclis, Kıbrıs’ın meşru hükümeti olarak tanındı.
Türk bakış açısından bu durum temel bir gasp niteliğindedir. Hiçbir zaman sadece bir topluma ait olması amaçlanmayan bir devletin tek taraflı olarak sahiplenilmesidir. Rum yönetimi bu statüyü hâlâ Türkleri ve onların yabancı iş ortaklarını cezalandırmak için kullanmaktadır.
Barışı Kim Reddetti, Kim Ödüllendirildi?
2004’te Birleşmiş Milletler tarafından sunulan Annan Planı, iki bölgeli ve iki toplumlu federal bir çözüm öneriyordu. Türk tarafı büyük oranda “evet” dedi, Rumlar ise daha da büyük bir oranda reddetti.
Sonuç ne oldu? Reddeden Rum tarafı AB’ye birkac gün sonra tam üye olarak kabul edilirken, çözümü destekleyen Türkler yine dışlandı.
Bu tablo, Türklerin uzlaşmasının kendilerine bir fayda getirmeyeceğini, Rumların engelleme tavırlarının ise hiçbir sorun yaratmayacağını pekiştirmiştir.
Kim Yargılanıyor, Kim Korunuyor?
Yarım yüzyılı aşkın süredir Rum Yönetimi, Kuzey’deki mülkler üzerine yapılan büyük ölçekli inşaatlara rağmen hiçbir müteahhidi ya da emlakçıyı dava etmedi. Bu eylemsizlik, her iki tarafın da göçmenleri yerleştirme ve terk edilmiş mülkleri kullanma ihtiyacının sessizce kabul edildiğini gösteriyor.
Onlarca yıl süren başarısız müzakereler boyunca, her iki taraf da hayatlarını ilerletmek amacıyla barınma, turizm, ulaşım ve ticaret gibi alanlarda “diğer taraftaki” sahiplerin mülklerini kullanmak zorunda kalmıştır. Bu inşaatlar tapu sahipliğini değiştirmediği gibi çoğu zaman o mülklerin değerini de artırmıştır.
Şimdi ise, 51 yıl geçtikten sonra, aniden Kuzey’deki inşaatçılar ve emlakçılara karşı, Rum malının “gasp edildiği” gerekçesiyle Güney’de davalar açılıyor. Hatta, sosyal medyada Kuzey’deki mülkleri tanıtan kuaför ya da emekli estetisyen gibi yabancı bireyler bile orantısız cezalara çarptırılıyor.
Ancak Güney’de Türk malını ucuza kapatıp buyuk gelir kazanan Rum memurlar ya da geliştiricilere karşı benzer bir sorumluluk mekanizması yoktur. Devletin Larnaka Havalimanı için “gasp ettiği” mülklerin yanı sıra, bazı memurların bu malları ucuza alıp milyonlarca euroya sattıkları da biliniyor. Rum Yönetimi bu işlemlerin, kendi yasaları çerçevesinde bile yasadışı olduğunu kabul etmiştir ama kimseyi yargılamamıştır.
Böylesi seçici hukuk uygulamaları yalnızca ahlaken savunulamaz değildir. Aynı zamanda yasa dışı güç istismarıdır ve mevcut ya da gelecekteki hukuk sistemlerine olan güveni zedeler.
Sonsuza Kadar Adalet Bekleyen kim?
Rumlar Kuzey’deki Taşınmaz Mal Komisyonu’na (TMK) başvurarak tazminat ya da iade alabiliyor. Bu bütçeyi finanse etmek zor olsa da, bugüne kadar yarım milyar eurodan fazla ödeme yapılmıştır.
Ancak Türkler için Güney’de benzer bir yapı yok. Güney’de malı olan Türkler, Kıbrıs sorunu çözülene kadar beklemek zorunda oldukları söyleniyor. Örneğin Esat Mustafa isimli vatandaş, 1964’te köyünden kaçmak zorunda kaldı. Güney’deki mülkü için yaptığı tazminat ve iade talepleri sürekli reddedildi. AİHM’e başvurduğunda bile, yasal değişiklikler ve usuli engellerle davaları durduruldu. Onlarca yıldır süren adalet arayışı hâlâ sonuçsuz olmaktadır.
Bir topluluk şimdi tazminat alabiliyorken, diğerine sonsuz bekleme süresi dayatılabilir mi?
Peki Şimdi Ne Yapmalı?
Yukarıdaki uygulamalar barışı değil cezalandırmayı yansıtıyor. Oysa yapıcı bir yol mevcuttur.
Türk tarafı 2004’te olduğu gibi uzlaşmaya desteğini defalarca göstermiştir. Rum tarafının önerdiği federasyon modeliyle Türk tarafının önerdiği iki devletli modelin ikisi de iki bölgeli bir çözüm gerektiriyor – yani her toplum için ayrı coğrafi alan.
Bu durumda, Kuzey’de Türklerin yaşadığı %36’lık alanla, Annan Planı’nda öngörülen %29’luk alan arasındaki fark olan %7’lik kısım Rumlara devredilebilir. Aynı anda her iki taraf da, onlarca yıldır askıda bekleyen tapuları, toplu bir idari işlemle yasal hale getirilebilir.
Bu, mülkiyeti 51-61 yıl önce yaşamış ve birçoğu artık hayatta olmayan kişilerin evleri yerine, şu anda yaşayan nesillerin yaşadığı yerleri yansıtacakdır ve yeni ve gereksiz toplu göçleri önleyecektir. Bu yaklasım, tamamen AIM’in Demopoulos kararı çerçevesinde uygulanabilinir.
Sonuç: Adalet Olmadan Barış Olmaz
Gerçek barış güvenle, samimiyetle ve karşılıklı adaletle mümkündür. İnsan haklarının herkese ait olduğu, seçici değil evrensel uygulandığı bir sistem kurulmadıkça, Kıbrıs’ta kalıcı çözüm hayal olarak kalacaktır.



ENFIELD
HACKNEY
HARINGEY
ISLINGTON











