
Ummuhan ile öğle yemeği arasına çıkmıştık. Bahçede sandalyesine kurulmuş müdürümüz nam-ı diğer Ayı Galip elini sallayarak beni çağırdı. O arada odacı Bektaş Efendi’den de köşedeki sandalyeyi kapıp getirmesini istedi.
“Ayı Galip’in muhabbeti hiç çekilmez” diye düşünürken Bektaş sandalyeyi, koşar adımla getirdi. Tam oturmaya hazırlanırken bizim müdür sandalyeye ayaklarını bir güzel uzattı. Bir eliyle tesbihi döndürürken diğeriyle göbeğinin muhalefetine karşın zar zor çıkardığı kağıt parayı uzatıp “Faruk” dedi, “Yemekten dönerken bana da bir Samsun alır mısın?” Düşünmeden, “Almam!” dedim, “657 Sayılı Devlet Memurları Kanunu’nda ‘memur amirine sigara almalı’ diye bir madde yok Galip Bey!”
Ankara Üniversitesi Rektörlüğü Muhasebe Müdürü Galip Bey yanıtıma şaşırdı ama çabuk toparladı: “Allah Allah! Lan oğlum ben bunu arkadaş olarak, kanka olarak rica ediyorum” dedi. “Tamam lan Ayı Galip, o zaman alırım!” dedim ve omzuna dostça vurdum. Galip Bey şaşkın şaşkın bakarken uzattığı parayı aldım, Ummahan ile yola koyulduk. Ummahan “Ayı Galip kincidir, senin yanına bırakmaz! Valla bu adamın sağı solu belli olmaz! Çıkışın çok gereksizdi!” diye söylenirken gülmekten de kendini alamıyordu…
Olayın üzerinden bir hafta geçmişti ki Bektaş,” Galip Bey sizi çağırıyor” dedi. Galip ince uzun masasında sigarasını tüttürürken hemen söze girdi: “Senin o sözlerini içime sindiremedim! Seni süreceğim. Ama delikanlı adam olduğun için seni istediğin bir yere sürmek istiyorum.” Düşünmeden, “Toprak Tarım Reformu Müsteşarlığı Muhasebesi’ne sürün!” dedim. “Hayırlı olsun o zaman” dedi. “Eyvallah” diye yanıtladım. Odaya girmemle çıkmam bir oldu.
Ummuhan ve diğer arkadaşlarım bir paket sigara nedeniyle sürüldüğüme üzüldüler. Benim tesellim de; yeni iş yerine ulaşımın daha kolay olması ve iş yükümün azalmasıyla üniversitedeki derslerime çalışabilme şansımdı…
1980’lerin başıydı. Memlekete kabus gibi çöken 12 Eylül cuntasının karanlık günleriydi. O günlerde de hak, hukuk ve adalethak getireydi…
12 Eylül cuntasının atadığı eski paşalardan birisinin de gideceğim iş yerine Müsteşar olarak atandığını biliyordum. Ulus’taki İstiklal Caddesi üzerinde bulunan ve daha sonra Müsteşarlık’a ev sahipliği yapan binayı Mimar Kemaleddin tasarlamış ve 1930’da inşaatı tamamlanmış. İçini oldu bitti merak ettiğim bu güzel yapının alt katında Oda Tiyatrosu ve Müsteşarlığın yemekhanesi, üst katta da Toprak Tarım Reformu Müsteşarlığı”nın birimleri vardı.
Bir hafta sonra elimde tayin belgemle Gençlik Parkı’na yandan bakan o tarihi binanın kapısındaydım. Üst çerçevesi yarım ay biçiminde renkgarenk camlı olan o geniş kapıdan girdiğimde ince uzun koridorun sonundaki tarihi akordion kapılı, her tarafı açık demir asansöre, takım elbiseli iki iri kıyım gencin ve bir yaşlının binmek üzere olduğunu gördüm.
Asansörü yakalamak için koşturdum. Gençler sert bir şekilde “Sen sonra bin” deyip itelediler, “Burada asansör 4 kişilik yazıyor” desem de o yarmaların fiziki engeliyle asansöre binemedim. Asansör yukarı doğru hareketlenmişti ki ihtiyar alaycı bir sesle yukarıdan seslendi: “Seni Müsteşara şikayet ederim ha!” Ben de elimi ağzıma götürüp bağırdım: “Bir de sütlü kahve söyle!” O ana “cuk” diye oturan bu hoş söz nedense günümüzde pek kullanılmıyor.
Muhasebe Müdürlüğü binanın en üst dördüncü katındaydı. Müdürün odası da o güzel cumbalı kulelerin birindeydi. Müdür Bey geldiğinde masanın yanı başındaki sandalyede bekliyordum. Babacan tavrıyla gülümseyerek içeri dalan orta yaşlarındaki tıknaz müdür, ayaklı askı olmasına rağmen çeketini Atatürk’ün portresi ve ne işe yaradığını hâlâ anlayamadığım düğmeli ve baklava desenli deri panonun hemen önündeki koltuğuna astı. Tayin belgemi uzatıp kendimi tanıttım. “Hoşgeldiniz” dedi ve koltuğuna otururken söze başladı: “Açıkca söyleyim size. Burada sağ sol istemem. Kavga istemem. ‘Pek iş yok’ diye geliş gidiş saatlerini aksatmanı istemem. Kısaca sorun istemem. Bak üniversiteye de gidiyormuşsun. Burada çok iş olmadığından derslerine de çalışırsın. Kısaca sen bize sorun yaratmazsan, biz de sana sorun yaratmayız!”
Müdür Bey tam sözünü bitirmişti ki telefon çaldı. Ustaca ahizeyi kulağına dayayıp gömleğinin kollarını sıvarken, “Yok efendim. Tanımıyorum Müsteşarım. Bizim burada öyle bir çalışanımız yok inanın! Aaa şaşırdım. Kesinlikle eminim. Tabii bilgilendiririm Müsteşarım. Hürmetlerimle efendim” diye konuşmasını sürdürdü.
Telefonu kapattığında bizim yeni müdürün babacanlığının yerinde yeller esiyordu. “Ve süphanallah” çekerek bana döndü: “Ya kardeşim; dakka bir, gol bir! Sen asansörde koskoca Müsteşara, ‘Bana sütlü kahve söyle!’ mi dedin?” diye sordu. “Ben asansör dört kişilikti” falan diye kendimi savunmaya girmiştim ki, sertçe “Bana hikaye anlatma arkadaş!” dedi. Sessizlik oldu.
Bizim “müstakbel müdür” biraz düşündükten sonra “La havle vela kuvvete” çekerek devam etti: “Şimdi git Galip’e rica et, varsa kullanmadığın yıllık iznin falan kullan. Buraya iki üç hafta sonra gel başla. Ben de Müsteşara yalan söylememiş olayım…”
İki hafta sonra yine Mimar Kemaleddin’in o güzel eserinin önündeydim. Okulda sınavlarda kullanmak üzere gözüm gibi sakladığım yıllık iznimi haybeye harcamış olmanın iç sıkıntısındaydım. Bu dilimin yüzünden ileride başıma nelerin geleceğinden de henüz haberim yoktu. Bir tarih sonrasından geriye baktığımda o hallerimi “zaman”ın bile törpüleyemediğini düşünüyorum. “Bundan sonra da bana bir halt olmaz artık” diyorum.
- İngiltere’deki Kıbrıslı Türk toplumu da KKTC seçimlerini heyecanla bekliyor
- İngiltere’deki devlet hastanelerinde yıldız dönemi…
- Bütün göçmenler bir günlük genel greve gitmeli
- Robinson, İşçi Partisi’ni etkiler mi ?
- Nereden çıktı bu veraset vergisi ?
- Türkiye’den, İngiltere’de emlak ve banka kredisi almak olası
- Singer dikiş makinesi tatilde
- 1 Eylül “Dünya Barış Günü” kutlu olsun
- Londra’da direnişin karnavalı Notting Hill başlıyooor
- Uçakta sıvı yasağının asıl amacı, “terör” korkusunu kamçılamak