Yıl sonuna geldik dostlar. Bu ve önümüzdeki haftalarda size Bektaş’ı anlatarak içinde eleştiri ve stres olmayan bir yazı kaleme almak istiyorum. Hazırsanız başlıyoruuuz…
Çocukluk arkadaşım Bektaş’ın babası nam-ı diğer “Kürt Emin”, çocukken ailesiyle Güney Doğu’dan doğup büyüdüğüm Akşehir’e sürgün geldiğini söylerdi.
Emin Amca büyükdedemin, dedemin sonra da dayımın yanında kasap kalfası olarak çalıştı. Aileden sayılırdı. Bektaş’ın tersine kısa boylu, son derece sessiz bir emekçiydi. İsmet Paşa’yı nedense hiç mi hiç sevmez, her fırsatta Paşa için “sağır gulle” diye söze başlar, verir veriştirirdi.
Bektaş benden iki yaş büyük olmasına karşın çok iyi anlaşırdık. Henüz ilkokula gittiğimiz yıllarda nam-ı diğer “Konyalı” kadın hocadan Kur’an kursu almıştık. Diğer öğrenciler henüz “elif, be, pe, te”yi sökmeye çalışırken Bektaş’la ikimiz hatim indirecek derecede duaları Arapça okuyabiliyorduk.
Konyalı Hoca bir gün derste bana “senin ayağın niye aksıyor” diye sordu. “Çocuk felci” dedim. “Sanmam” dedi, “Şeytan çarpmıştır…” Sonra devam etti, “Eğer korkmazsanız, tasa bakar, şeytanın nasıl çarptığını öğreniriz. İkinizin de gözü mavi olduğu için şeytanı görme şansınız yüksek…”
Bektaş’la bakıştık. “Korkmayız valla!” dedik. Testisinden tasa su doldurdu ve odanın ortasına koydu. Tasa doğru eğildim ve başımı ışık geçirmeyecek biçimde örtüyle örttü. “Sakın korkma, aynı sinemadaki gibi görüntüler göreceksin” dedikten sonra şeytanı çağırmaya başladı: “Şeytan buyur gel! Çaylar kahveler bizden! Şeytaaan…”
Bu sözleri duyunca beni gülme krizi tuttu. Konyalı Hoca sinirlendi, “Şeytanı kaçırttın deyus. Çekil oradan” diye bağırdı.
Sıra Bektaş’a gelmişti. Hoca tam örtüyü örtecekken, Bektaş derin bir “Bismillahirrahmanirrahiiim” çekti. Hoca kızdı, “Ulan edepsiz” dedi, “Besmele şeytanı kaçırtır, bilmiyor musun! Çekil!”
Biz şeytanı kaçırttık ama meraklandık da… “Eee ne zaman şeytanı görebileceğiz!” diye sorduk. O da “Artık haftaya. Bu kez şamata istemem haaa” dedi…
O akşam Kur’an kursundaki maceramızı anneme anlatınca çok kızdı, “Bu tür hurafelerle kafanızı karıştırmayın! Bir daha hoca moca yok!” dedi. Şeytanı göremeden kurs sonlanmış oldu. Oysa biz daha hatim indirecektik…
***
Bektaş ortaokula gittiğimiz yıllarda da tiyatroyu keşfetmişti. Günün birinde köy köy dolaşıp oynayacağı oyunlarla halkı aydınlatacağını söylerdi. Bektaş’ın tiyatro tutkusu öyle böyle değil, kara bir sevdaydı… Gülriz Suriri, Kenter’ler ve Haldun Taner’i iyi bilirdi. Akşehir’de taş yapı Saray Sineması’nın hemen arkasındaki Akşehir Belediye Parkı’ndaki buluşmalarımızda neşesi yerinde olmaya görsün, oyunlardan tiratlar okur ve “konuşurken ağlamak gibi” öğrendiği tekniklerden gösteri yapardı.
Her görüşmemizde mutlaka lâfı döndürüp dolaştırıp tiyatro ve oyunlara getirirdi. O yıllarda benim de lafı getirdiğim bir konum olmuştu: Yoksulluğa çare bulmak ve devrimler…
Bektaşla birbirimizin konularından sıkılmaz sabırla dinlerdik hani…
HAFTAYA DEVAM BE YA…
- ‘Universal Credit’ dedikleri ?
- 2 Mayıs’taki oyum
- Oxford Street’de Urfa’daki işçileri desteklemenin erdemi
- Namık Kemal’in Londra’daki izi
- İngiltere’de emekli maaşı 50 paket sigara karşılığında
- İki ülkede belediyecilik karşılaştırması (II)
- İki ülkede belediyecilik karşılaştırması (I)
- İngiltere laikliği sağlamlaştırıyor
- Emekli WASPI kadınlarının zaferi…
- İngiltere’nin simgesi Minilerin tasarımcısı: İzmirli Alec