
Peter Ackroyd’ın ‘London’ adlı kitabında şehrin bir kenar mahallesi olan St Giles’den bahsedilir. Bu bölge fakir bir bölgedir. Hatta şehrin en fakir bölgesidir. Tüm şehre kara bir ölüm olarak çöken Büyük Veba’nın ilk olarak buradan ortaya çıktığı rivayet edilir. Bölgede genelde İrlandalı göçmenler yaşar. Bu fakir insanların tek bir odada 15-20 kişi yaşamaları sıradan bir şeydir.
Tabi ki en kötü şartlarda. Evler çok kötü olmasına rağmen elbetteki bunların bir de sahibi vardır. Bu ev sahipleri bir sokaktaki evleri bir başkasına kiralar. Sokağı kiralayan kişi binaları başkasına kiralar. Binayı kiralayan daireyi, daireyi kiralayan odaları bir başkasına kiralar. Hatta yazar ironi olsun diye ‘odaların köşeleri bile kiralanır hale gelmiştir’ der. Tepeden başlayıp alta doğru devam eden bir hiyerarşi içinde; elbette halkanın en zayıf kısmını, bir odanın köşesinde bile zar zor yatacak yer bulanlar oluşturmaktadır. Zor dönemlerdir bu dönemler. Londra’nın fakir bölgelerinde ortalama yaşam süresinin 30’un altında olduğu zamanlardır ve bir göçmenin başını sokacak yer bulabilmesi onun adına cidden sevinilecek bir durumdur.
Bu durum sanayileşme döneminde de şiddetlenerek devam etti desek yanlış söylemiş olmayız. Zira Charles Dickens’ın romanlarında ufak bir gezinti bile şehirde tıkış tıkış yaşama halini göstermeye yeter. Bu arada Victoria döneminin emperyal şaşaası ile şehrin sefaletinin kolkala gitmesi dikkatte değer olsa da bu yazının konusu değildir. Günümüzde bu sefalet tablolarını görmek pek mümkün olmasa da her şehir maziden izler taşır. Bu noktada dikkate değer iki örnek sunmak istiyorum. Birincisi 1959 yılında Kıbrıstan, diğeri 2008’te Türkiye’den gelmiş iki göçmene ait hatıralar. Arada zaman farkı olsa da dediğim gibi her şehir mazisiyle yaşar:
“1959 yılında ben, eşim ve kayınpederim vapurla Londra’ya geldik. Yolculuk güzeldi ama geldikten sonra kaldığımız ev hiç de iyi değildi. Bir akrabamız vasıtası ile bir eve taşındık. Ev dört katlı idi. Evin tuvaleti dışarıdaydı. Biz bir oda kiraladık. Bizim gibi bir sürü kişi aynı evin başka odalarını kiralamışlardı. İlk zamanlar alışmak zor oldu ama sonra nasılsa alışıyor insan. Ben ve eşim gündüz işe giderdik. Kayınpederim ise gece işe giderdi. Odamızda bir tane yatak vardı. O işe gittiği zaman eşim ve ben, biz işe gittiğimiz zaman kayınpederim aynı yatakta sıra ile uyurduk. Zor günlerdi o günler. Ama yine de insan hatıralarını gülümseyerek hatırlıyor”.
‘’2008 yılında Londra’ya geldim. Kalacak yer meselesini gelmeden önce halletmiştim fakat bir sorun çıktı ve gelir gelmez barınma derdi ile karşılaştım. Otele gidebilirdim ama paramı bir an önce bitirmek istemedim. Beraber geldiğimiz arkadaşla beraber onun akrabasının yanına gittik. Bir kaç gün orda kaldık. Misafirperverdiler ama orada uzun zaman kalamazdık. Malum, makbul misafir dediğin uzun kalmaz. Bu yüzden yer sorununu bir an önce halletmemiz gerekiyordu. Eylül ayı olduğu için okul sezonunun başlangıcı idi. Bu zaman diliminde ev bulmanın zor olduğu söyleniyordu. Nitekim de zordu. Her gün çabalamamıza rağmen uygun bir ev bulamıyorduk. Yeni tanıştıklarımıza meseleyi açıyorduk, onlarda bize bu işlerle ilgilenenlerin telefonlarını veriyorlardı. Bir sürü kişi aradık, emlakçılara gittik. Nafileydi. Ev bulamıyorduk.
Misafir olarak kaldığımız yerden çıkmak zorunda kaldık. Zira misafirlik noktasından çıkıp yatılı hale gelmiştik. Acilen kafamızı sokacak bir yer bulmamız lazımdı. Tam otele gitmeyi düşünürken bir arkadaşın arkadaşı vasıtası ya biriyle bağlantı kurduk. Evinin müsait olduğunu ve belli bir ücret karşılığında kalabileceğimizi söyledi. Canımıza minnetti. Ücreti de uygundu. Bir gece için otele ödeyeceğimiz parayla bu yerde bir hafta kalabilecektik. Anlaştık ve ertesi gün valizler elimizde yola çıktık. Üçüncü kata çıktık. Kapıyı açan kişi telefonda konuştuğumuz kişiydi. Bizi içeri davet etti. Ev kalabalıktı. Hemen sohbete ve çay faslına geçildi. Tipik bir bekar eviydi. Küçük bir ev olmasına rağmen yaklaşık 10 kişi yaşıyordu evde. İçlerinde öğrenci olanlar olduğu gibi bir kebapçıda çalışan da vardı. Aslında burası evden ziyade barınma sorunu yaşayanlar için bir otel gibiydi. Daha doğrusu kelimenin tam anlamıyla bir “yol geçen han”ıydı.
Arkadaşımla beraber bu evde bir süre kaldık. Arada ev ahalisi değişiyordu. Sürekli bir sirkülasyon vardı. Tek değişmeyen şey evin kirli ve kalabalık havasıydı. Londra bir dünya şehri ve bu dünya şehrine sürekli bir insan akışı var. Yüzyıllardır. Bu göç hareketleri de, kaçınılmaz olarak, şehirde benzer hikayelere sebep oluyor. Yüzyıllardır…
- Michail Gove’un Birinci Dünya Savaşı’na dair açıklamaları üzerine düşünceler
- PISA 2012 ( Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı)
- Doğu Londra’da tarihi bir semt : Spitalfields
- 2000 yılından sonra gelenler
- PISA 2012 ( Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı)
- Gök kubbede hoş bir sadâ : Osman Balıkçıoğlu
- Misak-ı milli sınırlarını aşan bir yemek tabağı
- Anma Günü ya da Kırmızı Gelincik Günü
- Başlarken