Aynı herhangi bir mal gibi paranın da satılması yani faiz karşılığı borç verilmesi finans kapitalin temel ürünlerinden. Yalnız ulusal değil uluslararası alanda da sermaye ithali ve ihracı ticaretin bir başka boyutu.
Finans kapital borç verdiği paranın geri dönüşüm garantisi için Moody’s, Standard & Poor’s ve Fitch Ratings gibi kredi değerlendirme kuruluşlarının notlarını göz önüne alıyor. Bu para babaları müşterinin risk durumuna göre de faizi yükseltiyor ya da “başka kapıya” diyor…
Siyasi istikrar, hukukun üstünlüğü, kuvvetler ayrımı, basın özgürlüğü, demokrasi, insan hakları ve sosyal haklar gibi kavramlar bu açıdan önemli…
Türkiye’deki patronlar kulübünün de bir sol parti gibi bu kavramlara sahip çıkması bundan mütevellit. Birbirine bağlı bu kavramların eksikliği ülkenin kredi puanını düşürüyor ve borç faiz oranını da artırıyor… Ulusal sınırlar içinde de benzer bir kredi uygulaması var. Bankalar müşterinin kredibilitesini kontrol ettikten sonra yıllık gelirine göre kredi veriyor.
Bununla da yetinmiyor örneğin konut için kredi istiyorsanız alacağınız konutu ipotekliyor, ayrıca konut ederinin belli bir oranını kredi olarak size sunuyor ki olası bir ödeme krizinde evinizi değerinin altında kolayca satıp parasını kurtarabilsin…
Banka kredisi kullananlar kâğıttan bir kule inşa etmiş oluyor. Eğer taahhütlerini birkaç ay içinde yerine getiremezlerse karşıdaki para baronlarının üflemesiyle bu kule yıkılıyor. Sistem garip bir şekilde kendisine bağlı yurttaş da yaratmış oluyor. Öyle ki işyerinde sendikalı olmak ya da hak aramak işinizi riske etmek anlamına geliyor, işinizi yitirmek krediyle aldığınız evinizi kaybetmek, evinizi kaybetmek de bütün birikimlerinizin uçması… Zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayanlar sistem için tehlikeli olacağından bu “krediler” zincir işlevi görüyor. “Ne kadar zincirin varsa o kadar uslu duracaksın kardeşim” diyor sistem…
Enflasyon çalışan ya da çalışamayan kesimin zincirlerini yani kredi kartı borçlarını arttırdı. Yalnız İngiltere’de değil Türkiye’de de öyle… Enflasyon oranında ücretler artmamışsa hayat pahalılığı ortaya çıkıyor ki zurnanın zırt dediği nokta da bu. Hayat pahalılığının nedenini “kötü ekonomi yönetimi” diye tanımlayabiliriz ama özünde “alt gelir grubundan üst gruba değer transferi için bilinçli politika” demek daha doğru. Patronlar için “hayırlara vesile” bir durum, çalışanlar için de “Beterin beteri var! Haline şükret bari! Allah’ın dediği olur. Kaderimse çekerim, tamam mı şekerim” durumu ortaya çıkmış oluyor işte…
Geliriniz azalırken, gideriniz çoğalmışsa hırsızlar göz göre göre paranızı çalıyor demektir… Bankadan 10 sterlin çalarsanız 10 yıl hapis yatarsınız fakat finans dünyası öyle gizli saklı falan değil, yasal katakulliyle sizin cebinizde sessiz hırsız oluveriyor işte… Bu haksızlığa sendikalar ve meslek örgütlerinin kazan kaldırmasının nedeni bundandır. Karşı sınıf da boş durmuyor haliyle “dış güçlerin işi” deyip topu taca atandan tutun da fiyatların belirlenmesini Allah’a bağlayıp penaltı çektiğini sananlara bile rastlayabilirsiniz…
Kapitalizmin kendi yarattığı enflasyonu kontrol etmesinin pek çok yöntemi var tabii… Yöntemlerden biri gereksiz harcamaları kısmak ve üretimi artırıcı yatırımlar yapmak. “En gereksiz harcama savaşa yapılandır” desek yalan olmaz. Masa başında karşılıklı güven ile üstelik teknolojisi çabuk eskiyen silaha değil istihdam yaratıcı fabrikalara yatırım yapmak en doğrusu. Boris Jonson’un hem enflasyondan yakınıp hem de Ukrayna’yı silaha boğması çözüm üretmez…
Bir diğer enflasyonla mücadele anahtarı ise faizleri arttırmak… Tıpkı ilaçlar gibi yan etkisi çok olan bu yöntem enflasyonu baskılamakta işe yarıyor yaramasına ama faizlerin artması aynı zamanda ev kredisi faizini ödeyenler için de kötü haber anlamına geliyor. İngiltere Merkez Bankası’nın sürekli faiz artırımını özel bankalar da izliyor. Ne yazık ki “mortgage” aldığı bankaya 100 bin sterline geçen yıl 100 sterlin faiz veren ev sahibi bu yıl tam iki katı bayılacak. Gelecek yıl ben diyeyim üç, siz deyin dört katı. Sessiz hırsız burada da devreye giriyor işte. Oh ne âlâ, Muallâ… Krizi yaratanlar krizin mürüvvetini görüyor, faturasını biz ödüyoruz…
“Durumu biraz abartmıyor musun” diye sorarsanız, BBC’nin “İngiltere’de hayat pahalılığı: Kızım yemek yiyebilsin diye öğün atlıyorum” başlıklı haberinden alıntı yapmak isterim. Habere göre; “İngiltere’de gıda fiyatları 40 yıldır görülmemiş hızla artmaya devam ediyor. Evsizliği azaltmak için çalışan yardım kuruluşu Centrepoint’in son araştırmasına katılan 16-25 yaş arası 2 bin kişiden 177’si, sık sık başka birini beslemek için kendilerinin yemeksiz kaldığını söyledi. Araştırmaya katılanlardan 265’i, son 12 ayda sık sık yatağa aç girdiğini, 207’si sık sık yemek yardımlarına mecbur kaldığını aktardı. Centrepoint’in araştırmasına katılanlardan 333’ü yiyecek için aile ya da arkadaşlarına muhtaç olduğunu söyledi.”
“Eee iyi hoş diyorsun da çözümden söz etmiyorsun” dediğinizi duyar gibiyim. Çözüm çok kolay aslında. Sendika ve meslek örgütlerinde örgütlenmek ve “bir elin nesi var iki elin sesi var” misali güç biriktirmek gerek. Sessiz hırsızı görüp kolundan yakalamak gerek. Sendika ve meslek örgütlerini radikal eylemlere zorlamak gerek. Banka müşterilerinin beşte biri aynı gün parasını çekmek isterse o bankanın batacağını bilmek gerek. Bu sorun din, dil, mezhep, cinsiyet, ırk, siyasi parti taraftarlığının ötesinde sınıf işidir dostlar. Kısaca sömürülenler ile sömürenler arasındaki mücadele olduğunu bilmek gerek. Ona göre saf tutup safları sıklaştırmak gerek. İşte o zaman sistemin aslında “kâğıttan kaplan” olduğunu göreceğiz…
- Ankara Anlaşmalı öğrencilerin haklı kampanyası
- ‘Universal Credit’ dedikleri ?
- 2 Mayıs’taki oyum
- Oxford Street’de Urfa’daki işçileri desteklemenin erdemi
- Namık Kemal’in Londra’daki izi
- İngiltere’de emekli maaşı 50 paket sigara karşılığında
- İki ülkede belediyecilik karşılaştırması (II)
- İki ülkede belediyecilik karşılaştırması (I)
- İngiltere laikliği sağlamlaştırıyor
- Emekli WASPI kadınlarının zaferi…