Faruk Eskioğlu
Göçmenseniz evinizdeki eşyaların en eskisi göç tarihiniz kadardır. Yurtdışında köksüz görünürsünüz yani. Londra’daki evde en eski şey, hatıra olarak getirdiğim babamın yarım asırlık tıraş fırçasıdır. Eşya olarak da 1985’te ikinci elden aldığım ahşap torna oymalı bir sandalye var. Geçenlerde eskiyen deri oturağını yenilettim. Severek kullanıyorum. Antika sayılmaz ama benim göçmenlik tarihimle yaşıt. Bundan mütevellit kıymetlim sayılır.
Türkiye’deki evimiz öyle değil ama. Baba yadigarı 1923 yapımı el oyması ahşap koltuk takımına bu günlerde oturmaya kıyamıyoruz. O koltukları tamir edecek usta da kalmadı artık. Bir de annem Mübehher Eskioğlu’nun uzun yol arkadaşları üç dikiş makinesi var ki onlara gözüm gibi bakıyorum. İkisinin markası da Singer. Annem Akşehir Kız Enstitüsü’nün dikiş nakış bölümünü bitirdikten sonra önce ailenin sonra mahallenin terzisi olarak işe koyulmuş. Benim çocukluğumda bile hazır okul ve iş önlüğü, pijama hatta elbise pek yoktu. Terzilik günümüze kıyasla daha önemli bir meslek sayılırdı. Haliyle anacazım öncelikle ailenin gönüllü, özel mi özel terzisi ve çal kapı sökük tamircisiydi. Para karşılığında elbise diktirmeye eve gelen komşulara da, Almanya’dan “gurbetçi” kuzenlere getirttiği moda dergisi “Burda”dan model beğendirir ve oturma odasında yere açtığı beyaz bir örtünün üstünde işe koyulurdu. Kumaşın üzerinde kendi kuruttuğu sabunla, kesim planını yapar, kesim işi bitince de bir güzel teyeller ve elbiseyi ilk provaya hazır hale getirirdi.
Sonrası ise dikiş zamanı… O antika sandalyeye oturup Singer’i ustaca kullanırdı… Ayağıyla mekanizmasını bir ileri bir geri titreterek çalıştırdığı makinenin iğnesi hızla kumaşa girip çıkarken, o kibar elleriyle de kumaşı büyük bir beceriyle yönlendirirdi. Bazen de makineyi hızlandırıp “tırrr” diye tersten katlanmış kumaşa dümdüz, üstelik hatasız dikiş atardı.
Akşehir’de cumbalı evin cumbasındaki pencerenin önünde kumaşı teyellerken “Biliyor musun?” diye sormuştu, “Bir güne 24 saat yetmiyor…” Ahhh çalışkan emekçi annem benim. Cancazım… Annemi hep dikiş dikerken, iğneye iplik geçirirken hatırlarım. Londra’ya ilk geldiğimde ona gönderdiğim iğneye iplik geçirme aparatına “En çok ihtiyacım olan şey” diyerek çok sevinmişti. Elbise dikerken çok seyrek patron kullanırdı. Bir modele bakması yeterdi. Gözüyle ölçü alma yeteneği de vardı. Örneğin; Londra’daki evi parkeyle döşeyeceğiz, elimde metreyle odanın enini boyunu ölçmeye çalışıyorum. Annem bir göz atıp bir kaç santim sapmayla tahmin etmişti. Londra’da bahçede yıldızları seyrederken de “Buradaki gökyüzü yeryüzüne daha yakın” demişti. Dünyanın tam yuvarlak olmamasından kaynaklanan bir gerçeği çıplak gözle görmüştü.
Neyse zamanı birazcık geriye sararsam, 1980’lerin başında kız kardeşlerim de bencileyin üniversite eğitimi için Ankara’ya taşındılar. Bizim peşimiz sıra annem ve babam da Ankaralı oldu. Annem ilk kez profesyonel “özel terzi” olarak büyükelçi ya da yabancı paşaların konutlarına giderek çalışmaya başladı. Annemin iğne ve iplikten sağladığı o sigortasız kazancı, enflasyonun kavurduğu 80’lerin başındaki aile bütçesine çok ciddi bir katkıydı doğrusu. Anacazım koşturmaktan yorulmuyor, tam tersine yine “24 saat yetmiyor” diye hayıflanıyordu. Ben de hem Maliye Bakanlığı’nda memurluk hem de ajansta gazetecilik yapıyor ve kuşluk vaktine kadar da yüksek lisans derslerine çalışıyordum. Beş üyeli ailede dördümüz gece gündüz çalışsak da bir türlü iki yakamızı bir araya getiremiyorduk. Bakkaldan tek yumurta aldığımız günleri hatırlıyorum. Tatil mi? Tatil yapmayı hayal bile edemiyorduk…
Bir yaz günüydü… Babamın Manavgat’ta yaşayan askerlik arkadaşı Vahit Bey ve eşi Ayşe Hanım’dan mektup aldık. Bizi ailecek Manavgat’taki yazlıklarına “tatil yapmaya” davet ediyorlardı. Akşehir’deki kasap dükkânını devredip Ankara’da bir süpermarketin et reyonunda işçi olan babam, “İzin alamam ama siz gidin” dedi. Babam bize yeşil ışık yakınca annemize ısrar ettik. “Bu çalışma temposuyla sürmenaj olacaksın, 3 gün de olsa soluk al” diye yalvardık. Emekçi anacazım bizim de adına “tatil” denilen şeyin nasıl olduğunu tatmamız adına, ısrarımıza dayanamadı. Kardeşlerimden büyüğü “Ben de izin alamam hem kalabalık olmayalım” diye babamla kalmaya karar verdi. Garip ama gerçek: Singer makinesi de annemin yokluğunda ilk kez tatile çıkmış sayılacaktı.
ertesi günü; nihayet yüz yüze de tanışacağımız Manavgatlı aile için hediyeler aldık ve sonraki gün de otobüsle yola koyulduk. Bizi otomobilleriyle garajda karşıladılar. Denize oldukça yakın derme çatma ama bahçeli bir kulübede, deniz ürünleriyle donatılmış yer sofrası bizi bekliyordu.
Balıkçılıkla geçinen kalabalık bir aileydi. Balığa çıkmanın yanı sıra dalgıçlık da yaptığını söyleyen Vahit Bey’in ballandıra ballandıra anlattığı “denizaltından çıkardığı amforaların içinde katranlaşmış yüzlerce yıllık şarapları su ile karıştırıp içtiği” anısıyla nedense pek ilgilenmiştim. “Tadı nasıldı?”, “O amforaları ne yapıyordu?” gibi…
Ankara’nın o boğucu sıcaklığı ve yoğun çalışma temposundan sürpriz bir mektupla üç günlüğüne de olsa kurtulmuştuk. “Yarın olsa da denize gitsek” heyecanındaydık. Gerçi biz yüzme bilmiyorduk ama olsun varsın. “Deniz ve mehtap sordular seni, neredesin?” havasındaydık. Manavgat’ta aile tatili. Düş değil gerçekti… Keşke hayatında hiç tatil yapmayan emekçi babamız da bizimle gelebilseydi. Eminim ki çok severdi; nikotin sarısı parmaklarının arasından tüttürdüğü sigarasının dumanını denize doğru şöyle üfürmeyi, Vahit Bey ile rakı kadehini tokuştururken “Ben çavuşken” diye başlayan ortak askerlik anılarını anlatmayı… Diğer kardeşim de gelebilseydi ilk kez denizi görmüş olacaktı…
Yer sofrasında amfora sohbeti sürüyordu. Bir ara ortalıktan kaybolan Ayşe Hanım elinde büyükçe bir bohçayla sofraya döndü. Bağdaş kurup oturmaya çalışırken heyecanla bohçayı açmaya başladı. Anneme dönerek “Mübehher Hanım senden bir ricam var” dedi ve sürdürdü: “Bu kumaşları yıllardır değerlendiremedim. Bunlardan bana ve çocuklara elbise yapar mısın?” Kardeşimle donduk kaldık. Boğazıma bir şey düğümlendi. Tam söze girecektim ki annem gözüyle susturdu ve ev sahibi kadını nazikçe yanıtladı: “Tabii Ayşe Hanım, memnuniyetle…”
Manavgat’ta kaldığımız üç gün boyunca anacazım “Ben zaten yüzme bilmiyorum” bahanesiyle o kulübeden çıkmadan dikiş dikti. Hayatında ilk kez “tatil” yapan küçük kardeşimle ağzımızı bıçak açmadı. Akdenizin o deli dalgalarına boş gözlerle bakıp, sadece denizde taş sektirdiğimizi hatırlıyorum. O yaz, üç günlüğüne de olsa sahildeki çocuk cıvıltılarına ve şamata yapan gençlerin kahkahalarına karışmayı çok isterdik. Karışamadık. Tek tatil yapan Ankara’daki Singer dikiş makinesi olmuştu. Şimdi o Çanakkale’deki evin salonunda televizyon altlığı olarak emeklilik günlerini yaşıyor. Emekçi annemin yadigarı. Bundan mütevellit en kıymetlimdir benim…
- Saygın şirketlerin “asgari ücret” entrikası
- İngiltere’deki Kıbrıslı Türk toplumu da KKTC seçimlerini heyecanla bekliyor
- İngiltere’deki devlet hastanelerinde yıldız dönemi…
- Bütün göçmenler bir günlük genel greve gitmeli
- Robinson, İşçi Partisi’ni etkiler mi ?
- Nereden çıktı bu veraset vergisi ?
- Türkiye’den, İngiltere’de emlak ve banka kredisi almak olası
- 1 Eylül “Dünya Barış Günü” kutlu olsun
- Londra’da direnişin karnavalı Notting Hill başlıyooor
- “Bir de sütlü kahve söyle”



ENFIELD
HACKNEY
HARINGEY
ISLINGTON





