Tamer Çalışır
Öğretmenini görünce ayağa kalkan, hızlıca ceketinin önünü ilikleyen, çağırdığında ok gibi fırlayan öğrenciyi hatırlıyor musun? Saçları kısacık olan beyaz yakalı erkek çocuklarını, örgülü saçlarıyla siyah önlüklü kız çocuklarını gördüğün var mı? Konuşmak için müsaade isteyen gençleri mesela. Babanın yanında içilmeyen mereti, çiğnenmeyen sakızı da bilirsin belki. Söz söyleyen büyükler, büyük sözü dinleyen küçüklerle doluydu her yer. Yapılan hatalarda pembeleşen yanaklar ve mahcup delikanlılar geride mi kaldı dersin? Hanımefendi diyen beyefendiler, beyefendi diyen hanımefendiler vardı değil mi? Küçük beyler ve küçük hanımların tunç bakışlı yüzlerini getirsene bir aklına. Unutulan saygıyı, kaybettiğimiz şefkati, temiz yüzlü insanı şimdi çok arıyor olmalısın. Ucundan yakaladığın geçmişi hala özlemedin mi?
Şimdi salonunda şık ve zarif bir gramofon hayal et. Üzerinde tozu yeni alınmış eski taş plaklar dönsün. Aklını başından alıp seni maziye döndürsün. Müziğin girizgâhında varsın cızırtılar olsun. Ben senin zamanından değilim diyerek mırıldanan yorgun cızırtılar. Sonra arka arkaya dizilen hoş sesli kahramanlar sana özel şarkılar söylemeye başlasın. Önce Cumhuriyetin divası Müzeyyen Senar “Fikrimin İnce Gülü” ile titretsin bir yüreğini. Hafız Burhan “Makber” i, Hamiyet Yüceses “Her mevsim içimden gelir geçersin” i ve Belkıs Özener “Boş çerçeve” yi armağan etsin sana. Yalnız sana. Her harfini duyduğun billur sesleri ve ruhunu terbiye eden melodileri dinlemek istemez miydin? Yakalayamadığın, tutunamadığın geçmişi özlemedin mi? Bir yanında taş plaklara kaydedilen kar beyazı sevda masalları, bir yanında seyircisi olmak istemediğin sözsüz ve notasız bir pandomima. Ortada mı kaldın? Eskiye rağbet gösterip, bit pazarına nurlar mı yağdırıyorsun?
Mum ışığıyla en çaresiz aşkları, acı dolu savaş günlerini yazan daktiloların hayal dünyalarından kim bilir kaç roman çıktı. Tıkır tıkır yazılan kitaplar ve içine işlenen hayalperest kurgular. Yazarı usta, eserini klasik bir başyapıt yapan zamanın ruhunu deli gibi merak ediyorsun sen de. George Orwell ‘ün kısacık hayatına “1984”ü sığdırdığı, Nobel ödüllü Ernest Hemingway’in “Yaşlı Adam ve Deniz” inden kalma daktilolu ve edebiyat dolu güzel günlerin havasını koklamak iyi gelmez miydi? Şiirler kayboldu gitti. Şairler yok, okuyan yok, şiire muhtaç kimsecikler yok. Dizeler, dörtlükler, kafiyeler yok. Şaire ilham verecek devirleri, çoktan geçtik.
Evin başköşesine oturtulmuş eski radyoları gel de isteme şimdi. Tüm mahallenin ajans dinlemek için koşturarak gittiği, çayhane radyolarını görememişiz. Aziz Nesin’ den “Kambur Sabri’nin Radyosu” nu okuduğunuzda bile, akümülatörle çalışan o kocaman radyolara, ordaymışçasına özenir insan. Mutlu insanları kendine çeken bir mıknatısa benzerlermiş. El emeği, göz nuru dantellerle gelin gibi süslenen ve duvağı açıldığında, aslında dünyaya açılan evleri hayal et. “Arkası yarınlara” kulağını, hikâyelerine ruhunu vermiş aileleri bir düşün. Duydukları tiyatroyu gözlerinde canlandıran, yarını iple çeken sanat dostu güzel insanları düşün. Bir daha geri gelirler mi? Hep yanında olacak sandığın o sihirli ahşap sandığını, gelmeyecek geçmişini, özlemedin mi? Söylesene, nasıl koptun geçmişinden?
Gaz lambasının kısık alevinde halka olan torunların, sobanın sıcağında yanakları kızaran gürbüz çocukların, halkadaki çocuklara masal anlatan dedelerin zamanından bahsediyorum. Dedesinin sürprizle doldurduğu eline değil de, gözlerinin içine inanarak bakan çocuklar hayal ediyorum zihnimde. Büyümüş küçüklerin, çocuğa dönmüş büyüklerin birbirine anlatacak neyi kaldı şimdi?
Topacını çeviren, misketi yutulan, gazoz kapağı biriktiren çocukların para girmemiş minik yaşamlarını unutmadın değil mi? İki sopanın yettiği çelik çomak oynayanlar var mı hala? Birdirbir oynardın hatırlasana. Bezirgân başının şarkısını bilir mi şimdikiler?
“Aç kapıyı bezirgânbaşı, bezirgânbaşı…
Kapı hakkı ne alırsın, ne verirsin,
Arkamdaki yadigâr olsun, yadigâr olsun.
Bir sıçan, iki sıçan, üçüncü de kapana kaçan…”
Ne oyunları, ne şarkılarını özledin. Cinlik, kurnazlık bilmeyen ve çocuğa benzeyen, çocuk gibi bakan sevimlilerin masum dünyasını özledin.
“Ben kendime yeterim, kimselere ihtiyacım yok” derken kutu kutu apartmanlarda yalnızlaşan zavallıların renkli filmlerini mi izliyorsun her akşam? Sonra gündüz vakti, güneşini ve hasret kaldığın rüzgârını kestiğini hatırladığında, çirkin gökdelenlerin zengin sahiplerine kızıyorsun. Siyah ve beyazın kenarı tırtıklı fotoğraflarını hatırlamaya çalış. Üst üste binmemiş evleri, nefes alan şehirleri, dar sokaklarda yayılarak gezenleri özledin. Siyah beyaz pazarları, evleri, trenleri özledin. Çivisine, mayasına, şekerine, külüne muhtaç olduğumuz lütufkâr komşuları ve komşusu açken tok olamayan, kalp taşıyanların devri çok mu geride kaldı? Kamerasız, alarmsız ve kilitsiz evlerin henüz temelinin atılmadığı ilkel yılları, özlemiş olmalısın.
Doksanlı yılların başında “Amerika” adlı eserinde Fransız Jean Baudrillard, batılı bir yazar olarak daha batıda bulunan Amerika’nın samimiyetsiz kültürel değişimini sorguluyor. Özgürlük sevdasıyla yapay ışık demetlerine dönüştüğünü savunduğu çirkin yüzlü Amerika için söylediklerini, onlardan çok daha doğuda bulunan ülkemizde şu an birebir yaşıyor olmak çok acı. Baudrillard ’ın, ütopyasını gerçekleştirmiş olan Amerika’ya hicveden sözlerle yaptığı eleştirisi düşündürücü. “Çepeçevre binaların füme camdan cepheleri insan yüzlerine benziyorlar. Donuklaşmış yüzeyler bunlar. Sanki içeride hiç kimse yokmuş gibi, sanki yüzlerin gerisinde hiç kimse yokmuş gibi. Gerçekten de kimse yok.” İtiraf et; sen de onlar gibi yıkılan ve neon ışıklarıyla yakılıp küle dönen gerçek kültürünü, eski memleketini özlüyorsun.
Sözünün eri olan, onurunu tüm değerlerin üzerinde sayanların çok eskide kalan yaşamlarına ortak olmak istiyorsun. Yapılan iyilikleri unutmayan bu şövalye ruhlu insanların sohbetini paylaşmanın hevesindesin. Göremesen de duyduğun, var olduğuna inandığın geçmişi istiyorsun. Gönül eleğinde çirkinlik ve fenalıkları kalburun üstünde bırakmış, bugününe tozları savrulan incelik ve güzellikleri arıyorsun. Bilginin, yaşın, saygının, nezaketin itibar gördüğü zarif ve soylu insanların âlemini özlüyorsun. Masumiyetin kaybolmadığı, eski çağların peşindesin. Olmayanı yahut azalanı arıyorsun. Aradığın her şeyin geçmişte var olduğuna, adın gibi eminsin. Bugünlere bir türlü tutunamadın ve sen her gece hatırlayamadığın o mutlu rüyanı, yeniden görmenin hayaliyle uyuyorsun. “Gayri safi milli mutluluğun” bol keseden pay edildiği eski zamanları düşleyen, “Eskileri alıyoooom; eskiciiiii” diye sokak sokak dolaşan gerçeklere yenilmiş zavallı bir “Eskici” sin sen.
Hikayeyi sesli dinlemek için linke tıklayınız:
https://www.instagram.com/reel/C1SJEjAJj_V/?igsh=NDJ2eGg4NmtocWhy



ENFIELD
HACKNEY
HARINGEY
ISLINGTON




