Kendimi bildim bileli elimden kağıt kalem eksik olmadı. Önceleri çiziyordum, ne bulursam, kimi görürsem onu. Sonraları baktım, resim yaparken hayal gücüm beni post izlenimci ressamlardan öteye götürmüyor, ne kağıtlara sığıyor, ne tuvallere, ben de yazmaya başladım. Ama öyle olanı biteni değil, olmayanı bitmeyeni yazmaya başladım. Ve ben işte o zaman rahatladım. Artık iki ayrı dünyada nefes alıp veriyor, ikisi için ayrı düşler kuruyordum.
‘Paralel evren’ dedikleri hayal gücü olsa gerek kanımca. Sınırları yok ama akışkanlığı var. Orada da taze soluklar var olmadığını söyledikleri; insan var, canlılar var, sokaklar, eşyalar var görmediklerini iddia ettikleri. Parmaklarımın ucuyla kurgusal bir dünya yaratmaya başladıktan sonra, uzun bir süre tek başıma girdim çıktım oraya. Sanal gerçeklikten yazınsal gerçekliğe uzanan yolculuğuma, başka misafirleri de kabul etme isteği hemen gelmedi doğal olarak. İlk romanımın yazım süreci sancıları 2 yılı, okurlarla buluşması için gereken süre ise 3 yılı buldu. Hayatım yazarlara hayran olarak geçip giderken, bir Tolstoy, Capote, J.D.Salinger’in isimlerini duymak bile saygı duruşuna geçmemi sağlarken, onların arasında var olmaya nasıl cüret edecektim ki? İşte yaratıcılığı bastıran, durduran soru. O ilk zamanlarda, bir roman yazmak ve onun basılması hayalini kurduğum gunlerde, nereden bilebilirdim ‘o an’ gelince beni hiçbir düşüncenin, hiç kimsenin durduramayacağını. ‘O an’ meğerse, bir romanın belkemiğini oluşturan hikayenin, aklıma, ruhuma, hücrelerime bir kelebek gibi usulca konduğu anmış. Beklenmesi gerekiyormus meğer.
‘Dilnişin’ bana geldi, ama geldiğinde gece miydi, sabah mı, lokasyon İstanbul muydu, Londra mı hatırlamıyorum. Tek bildiğim önce ruhunu tanıttı bana bu 11 yasındaki küçük kız, sonra nasıl birine benzediğini anlattı bir bir. Sene 2011’di, romanıma adını verecek olan ana karakterlerden, bu, en özeliyle tanıştığımda. Evet ben ilk romanımı yazdım! İki hafta önce Artemis Yayınevi tarafından yayınlandı ve tüm Türkiye’de satışa sunuldu. Kitapçılarda ‘Yeni Çıkanlar’ arasında onu görüp sayfalarını karıştırdıkça her seferinde geriye gidiyorum… Simsiyah saçlı Elsa ile nasıl tanıştığımı, mimar Kasım’ın hayatımıza nasıl girdiğini düşünüyorum.
Galiba tüm karakterler aylar içinde, iki yıl içinde tek tek katıldılar romana. Zaten kontrol bir ona geçti, bir öbürüne, ama asla bana değil! Şimdi gazete sayfalarında tanıtımını okuduğum ‘Dilnişin’ için ‘ 336 sayfa’ diyorlar. O sayfaları ya geceleri kaleme aldım ben, ya gündüzleri, o da dolana dolana tüm bir şehri. Kimi zaman Victoria and Albert Müzesi’nin bahçesi oldu bana yazı masası, kimi zaman St.Pancras İstasyonu. Kulağımda ise hep müzik, illa ki müzik oldu bu yazım serüveninde. Sıkı bir caz tutkunu olarak, klavyemin tuşlarının hızla akmasındaki katkılarından dolayı Jamie Cullum’a, Melody Gardot’ya, Solomon Burke’e, Etta James’e, Natalie Cole’a teşekkürlerimi borç bilirim. Müzik durduğunda ben durdum, tüm karakterler sustu çünkü. Bir daha can bulmaları, hayatlarına kaldıkları yerden devam etmeleri Selami Şahin’den ve Yavuz Bingöl’den damardan destek almadan mümkün olmadı.
“Aşıksan vur saza, şoförsen bas gaza” demiş kamyoncu ağabeylerimiz. Selami Şahin “Özledim, teninin kokusunu özledim” dedikçe uçtu benim karakterler… Yavuz Bingöl bin kez “leyli leyli yar, yardan ayrı, benim gönlüm her gün sonbahar” dedi, ben bin kez vurdum klavyeye. ‘Dilnişin’ çocuklukta üstüme kalan ‘uydurukçu’ yakıştırmasının ‘romancı’ya dönüşmesi için bir ilk adım, bir ilk roman. Sayfalarını açtıkça içindekileri yaşatan, içinde yaşatan kurgusal bir roman. Hoşgeldi dünyaya.
- Bu yazı kimler için!
- Türkiye’de boşanmak için ne yapmalısınız?
- Yazmak her şeye rağmen,cesaret göstermektir
- Housing Association Evlerinde kalanlar da oturdukları evi satın alabilecek
- Çırpınmayı bırakıp suyun kaldırma gücüne iman edenler kolayca yüzebilir…
- Vizesiz Avrupa mümkün mü? (III)
- Çocuklarda Meningokok B (MenB) Aşısı ve önemi
- Sayın Cumhurbaşkanım
- Hocam bu geniz eti dediğiniz nedir?
- Müzakere masasındaki özlü konulara yansıtılmalıdır