
Sayısız türden hayatla çevrili bir küredeyiz. Yaşayış ve düşünce şekilleri, gelenek ve görenekleri, yemekleri, kıyafetleri ile dünyamız, insanlığa ait sayısız farklı kültüre ev sahipliği yapar. Din, eğitim seviyesi, iklim ve coğrafya, çoğu zaman ayakta kalabilme ihtiyacı, ortak kültürün belirleyicisi olmuştur. Ufak esintilere bile dayanamayıp yok olanlar olduğu gibi, asırlardır özünü koruyan güçlü kültürler ve ona sahip çıkan milletler olmuş ve tarih sahnesinde kalıcılığını sağlamışladır. Her farklı kültür kendi içerisinde tarihin birikimlerini barındırır; sahiplerinin hafızalarına, hatta genlerine yerleşir. İçine doğduğunuz kültürel yaşantılar, kuşaktan kuşağa iletilirken zamanın, komşu kültürlerin, sanayileşmenin, dünyayı küçük bir köye çeviren teknoloji dehası iletişim organlarının etkileriyle gelişir, başkalaşır ya da unutulup yok olur.
Kimseye faydası bulunmayan önyargılar, diğer dünyalara kucak açan insanlık anlayışıyla kırılacaktır. Anlayışlı, tahammül sahibi, kırılgan değil esnek ve hoşgörülü toplumlar, bu sayede zengin ve sağlam kültürlerinin tadına varacaktır. Değişime ayak diremeden sınırları aşıp farklı yaşantılara göz atmanın, insana dair yepyeni keşifler yapmanın, bilinmeyen hayatların farkına varabilmenin, kendini bilen ve milletine güvenen toplumlara olumlu katkılar sağlayacağı muhakkak.
Bilinmeyen hayatlardan küçük küçük örnekler verelim isterseniz. Mesela yulaftan çorba yapıldığını biliyor musunuz? Nasıl bir tadı vardır düşünsenize. Lapa gibi bir şeye benziyordur galiba. Güney Afrika’da doğmuş olsaydınız şayet, onu çok iyi bilecek ve annenizin yaptığı yulaf çorbası burnunuzda tütüyor olacaktı. Oysa siz üzerine salça sosu gezdirilmiş mercimek çorbasının, her gün önünüze gelse bıkmayacağınız tarhananın tutkunusunuz. Sabah kahvaltısında sıcak bir tarhanaya hayır demezsiniz öyle mi? Kahvaltıda havyar yok diye bir Rus gibi hayıflandığınız olmamıştır elbette. Hem peynir zeytin dururken, sabah sabah havyar nasıl yenir dersiniz…
Ya notaların dünyası… Müzik her ne kadar evrensel olsa da, farklı coğrafyalarda duygu yüklü melodilerin sese dönüştürülme ve gönül telinizi titretme biçimleri bambaşkadır. Yunanistan’dan bir genç, bizim sazımıza benzeyen buzikisi ile keyiflenirken, Meksika’lı delikanlılar aşina olmadığımız şişman bir gitara (guiterron) mest olurlar. Karadeniz’de tulum, Balkanlar’da gayda, Orta Asya’da balaban, Güney Amerika’da ise pan flüt, sonbaharın dağlara doğru üflediği bir yakarıştır. Doğuya ya da batıya gittikçe; dağları tepeleri aştıkça, deniz kenarına yahut ovalara indikçe değişen enstrümanlar, aynı notaları kullanarak bambaşka duyguların zenginleşmesine aracı olurlar. Biricik küremizdeki insanların his dünyası, kapalı damarlarını aça aça kendini sürekli yeniden keşfeder ve böylece büyür insanoğlu. Kemençe ve keman, yaylı tambur ve viyolonsel, darbuka ve bongo… Hepsi bizim için. Niçin sınırlayalım kendimizi? Aşık Veysel’in eşsiz türkülerine, Frank Sinatra’nın aşk şarkılarını ekleseniz ne çıkar bundan? Bizim altın kızımız Emel Sayın mutlu gözleriyle “Mavi Boncuk” derken, diğer kıtanın diğer bir mavi gözlüsü Doris Day, “Que Sera Sera” ile seslense kalplerimize fena mı olur?
Ortak yaşantıların hayat bulduğu kültürler, her kaynaktan bambaşka tadı olan bir pınar gibi doğar dünyamıza. Yatağını bulup akar gidebildiğince. Geçtiği yerlere can verir bu su. Filiz olup, fidan olup kök salar bu su. İnsanlar suya gelir ve onu sahiplenir. Sana acı gelen, suyun sahibine en tatlı şerbet gibi gelir. Sağında solunda, ötede beride, biraz uzağında, çok çok uzaklarda da akan dereler, coşan nehirler vardır. Bilmediğin bir yerde birleşe birleşe şelaleye dönüşenleri, bir zaman sonra ip olup kuruyanları, göremediğin vadilerin gürül gürül sularında balıklarla oynaşanları, buz gibi serin, ateş gibi yananları vardır. Kirletilenler, kirlenenler, şifa iken zehre dönenler, arınanlar, durulanlar, çamura bulananlar vardır.
Gitmezsen eğer, başını kaldırıp göremezsen eğer, farkına varamayacağın çeşit çeşit insanlara ve onların kültürlerine yabancı kalırsın. En azından macun toplayan çocukların hikayesini yazan Ferenc Molnar’ın sesine kulak ver. Küçük Nemeçek’in Budapeşte sokaklarını arşınlayan maceracı ve korkusuz ruhunu örnek al kendine. Gidilmez bildiğin yepyeni yerlere gidip “Pal Sokağı Çocukları Buradaydı” yazan ve öznesi sen olan cesur notlar yapıştır henüz keşfetmediğin yerlere. Sana yabancı bir Pierre Loti, senin İstanbul’una gelip, kültürümüze olan hayranlığıyla bizden daha vurucu biçimde bizim kültürümüzü Çerkez Kızı Aziyade’ye olan aşkı üzerinden anlatabilyorsa, sen de en azından diğer kültürleri anlamak adına kabuğunu kırıp dışarıdaki dünyalara adımlar atmalısın.
Teklerini çoğalt, güzel fikirlerin esenliğini yaşa…
Farklıyı ararken belki de sana benzeyenlere rastlayacaksın…
Afrika’da, Hindistan’da eline kına yakan kadınları, baklavaya tutkun Yunanistan halkını, yoğurdumuzu afiyetle yiyen bir dünya insanı bulacaksın. Yollarında fillerin, maymunların, ineklerin gezdiği Hindistan’da nutkun tutulacak; Pencap eyaletinin trenlerinde “Çaay , Çaay” diye dolaşarak senin çayını ikram eden güler yüzlü insanları görüp mutlu olacaksın. Bulgaristan’da Rodop dağlarının karlarına gömülü bir köyde, senin gibi adına “Çevirme” dedikleri kuzuyu keyifle çevirirken, alnı altın pullarla süslü, al yanaklı köylü kızının türküsü yüreğini yakacak. Okudukça, tanıdıkça, gezdikçe ve suda taş kaydırırken aynı heyecanı yaşayan gençleri fark ettikçe, dünyanın her yerindeki insanların sana çok ama çok benzediğini göreceksin. Başka başka kültürlerin apayrı öykülerinde insan ruhunun ne denli güzel kopyalandığını anlayacaksın. Tecrübelerini yazdığın defterine bu küçücük dünyada paylaşacak çok şeyimiz olduğunu not alacaksın.
Paylaştıkça çoğalacak ve zenginleşeceksin…
Hikayeyi sesli dinlemek için linke tıklayınız: https://www.instagram.com/reel/C0ttUB7pwCz/?utm_source=ig_web_copy_link&igsh=MzRlODBiNWFlZA==