
Uzayın bilinmezliklerine doğru 20 Temmuz 1969 tarihinde Apollo 11 adlı uzay gemisinden çıkarak Ay üzerinde küçük adımlarla gezen bir astronot vardır. İnsanlık adına atılmış bu dev adımların sahibi Neil ARMSTRONG’ dur. Adını keşif ve bilim dünyasının altın sayfalarına yazdırmıştır. Hemen hemen tüm ansiklopedilere geçen bu bilgiyi henüz ilkokulda okurken bizlere öğretmişlerdi. Bu uzay adamı, “İlk ayak basan kimdir?” sorusunu görür görmez, nereye olduğunu düşünmeden işaretleyeceğim doğru şıkkımdı. Anlayacağınız benim için ARMSTRONG küçüklüğümden bu yana mühim bir isimdir.
Ama bana okulda, dünyada bu ARMSTRONG dehasından bir tane daha olduğunu maalesef öğretmediler. 1901 doğumlu olan Louis’i yıllar sonra fark edebildim. Louis Armstrong fakir bir ailenin çocuğudur. Annesine ve kız kardeşine trompet çalarak ve şarkılar söyleyerek baktığı keder ve hüzün yüklü bir yaşam öyküsü var. Bu yük, cazın ve trompetin üstadını, hayatta görebileceğiniz en samimi gözlere kavuşturmuştur. Hayatın kıymetini küçük yaşta anlamasıyla da dinleyenlerini sıra dışı sesi ve yorumuyla sımsıkı kucaklamıştır. Kaybedecek hiçbir şeyi yokmuşçasına en rahat tavrı ile söyler şarkılarını. Yılların kendine has ruhu olduğu doğrudur ve Louis, zamanın ruhuna eşlik edercesine sizi sakinleştirir. İçten gülümseyişi sayesinde, verebileceği tüm mesajları gönül pencerenizi açıp, içinize aktarır. Dinleyenlerin ruhunu ısıran çıngıraklı sesi, alnında emeğinin terleri ve müzik aşkını kolayca görebileceğiniz kocaman gözleriyle yapar işini. Onu görünce, bu adam gibi gülebilsem hiç derdim kalmayacak dersiniz. Her yönüyle ben senin gibiyim dercesine, insanı öyküsüne ortak edip yüreğinize dokunur ve duygusuna inandırır.
Ona baktığınızda çaldığı trompetin, yüzünü başkalaştırdığı bambaşka bir insanın resmini görürsünüz. Derdini parmaklarıyla, nefesiyle ve en nihayet trompeti ile anlatırken, müziğiyle yaktığı ateşin etrafında toplananların yürekleri de, Armstrong’un notalarıyla cız eder. Katılıyorum; bizim değildir trompet, ama türlü zahmetleri çekerek olgunlaşmış insanın aşkını ve derdini anlatır o da. Bağrı dağlanarak delikler açılmıştır trompete. Hele bir de Armstrong üflüyorsa trompeti, delik deşik eder adamı. O, trompetiyle kulağınıza yanaşarak hayata dair kendi bulduğu sırlarını fısıldar. Armstrong’ un tüm duygusu, “Ney” in başarabileceği bir içtenlikle, doğrudan kalbe nüfuz eder ve sarar tüm ruhunuzu.
Geçmişin ulaşılmazlığının onun şarkılarına kattığı bu kor gibi sıcak duyguyu, ülkemin en soğuk yerlerinde görev yaparken tadabildim. 50’li ve 60’li yılların şarkıları oldukça yalın, ama inanın muhteşem hikâyeleri var. Sadelik, şarkılardaki hissin, tek bir kelime atlamadan iliklerinize işlemesine neden oluyor. Bizim eskilerimiz de, onların eskileri de eşsiz güzellikte. Karmaşık tüm anlatımlardan arındırılmış olan bu şarkıları, ne kadar dinlerseniz dinleyin, hepsi defalarca dinlenmeye değer kıymetlerinden bir şey kaybetmezler.
İşte Louis Armstrong, insanı kucaklayan hikâyelerin yaşandığı bu siyah beyaz devrin en eski ve köklü sanatçılarındandır. “Dünyada yalnızca iki tür müzik vardır: iyi müzik ve kötü müzik.” diyen caz üstadı kesinlikle iyi müziğin temsilcisidir. Efsanedir; unutulmayacaklar arasındadır. Onun şarkıları bana yarenlik yaptılar. Enfes melodılerı dilimden, zaten çok sevdiğim kısa ve net anlatımlı şarkı sözleri zihnimden hiç çıkmadı. Bu büyük usta, doğaçlama duygular kata kata şekil verdiği müziğiyle, her dinlediğinizde farklı duygulara taşır sizi. Hele onun “Selam arkadaş-Hello Brother” diye bir şarkısı vardır. Aman Allah’ım. Müptelası olduğunuz en keyifli yemekler kadar keyif vericidir. Şarkısında anlattığı adamla aslında, Anadolu’dan bir babayı, bir kocayı ve durmadan çalışan sizi anlatmaktadır.
Seviyorum bu adamı. Yaşamın en tatlı anlarını ve sevgi yüklü duygularını sanatıyla ifade etmekse söz konusu olan, Louis Daniel Armstrong 20’nci yüzyılın en liyakatli isimlerinden birisidir. Onun trompet ve piyano kardeşliği ile hazırlanmış minik şarkıları, gönlümde ve beynimde derin izler bırakır. Kültür ve bilgi abidesi gibi görünme telaşındakilerin, televizyonda belgeselden başka yayın izlemediğini dile getirirken takındığı sahtelik ve şımarıklıkla söylemiyorum bunları. Caz yapmıyorum kısacası. Armstrong’un yüzündeki güleç tavır ve neşe, o çatallı sesine ve trompetinin konuşan insana benzeyen melodisine olduğu gibi geçmiş. Belki bu yüzden gıpta ediyorum bu adama. Onu dinlerken başka biri oluyorum. Daha rahat, daha iyimser, daha hayalci. Okyanusa batan Atlantis’ im her dinleyişimde su yüzüne çıkıyor.
Selçuklu ve Osmanlı zamanında hastalar için müzikle tedavi yapılan özel hastaneler ve yöntemler geliştirilmiş. Meşhur seyyahımız Evliya Çelebi darüşşifalardaki uygulamalarla ilgili “Müziğin insan ruhu üzerindeki olumlu etkisi konusunda yeterli bilgi ve deneyime sahip darüşşifanın hekimbaşısı, hastalarına önce çeşitli müzik makamları dinletiyor, kalp atışlarının hızlanıp ya da yavaşladığına bakıyor, yararlandıkları uygun melodiyi belirliyor ve ondan sonra tedaviye başlıyor.” demiştir. Demek ki atalarımız ve genlerimiz müziğin gücünü kabul ediyor.
Ben de yalnızlığıma derman olsun diye şifa niyetine Armstrong’u tok karna içiyorum. Canım burnuma geldiğinde elim hemen şarkısının başlat düğmesine basıveriyor. What a Wonderful World, La Vie En Rose, Dream A Little Dream Of Me ve diğerleri plasebo etkisiyle beni avutuyor. Azıcık ilgilenmezsem küf tutacak bir ruhum var benim de. Eskilerin hep var olan efsanevi gücüne sığınarak, iyileştirmeye çalışıyorum o ruhu. 1960’lardan ve New Orleans’tan sipariş edip getirtmişim gibi kullandığım, hiçbir yan etkisi olmayan, hele hele kargacık burgacık prospektüsü hiç olmayan harika bir ilaç. Elbette cancağzınız ne ister bilemem ama ben bu ilacı şiddetle tavsiye ederim.
Bu arada Armstrong’lar karışmasın sakın. Aya ayak basan Neil, cazın ve trompetin üstadı Louis. Bizim Armstrong, diğer Armstrong aya basmadan evvel milyonların ruhunda dört nala koşturan adam…
Hikayeyi sesli dinlemek için linke tıklayınız:
https://www.instagram.com/reel/C4XumGQparr/?utm_source=ig_web_copy_link&igsh=MzRlODBiNWFlZA==