
Bu kalabalık trenin içinde sadece birbirlerine odaklanmış genç sevgililer oturdu yanıma. Seven Sisters istasyonunda bindiler ve yol boyunca susmak nedir bilmediler. Çifte kumrular gibi, anlatacak ne de çok şeyleri var… Memleketten kopup gelseler de kanı deli akan bu aşıklar birbirlerinden kopamadılar. Bu yeni göçmenlerin, görenleri sınırsız umuda boğan taptaze heyecanı yaşanmaya değerdi.
Ben de öyleydim galiba. Onlar gibi, ümit dolu. Hele o ilk altı ay… Her fırsatta kendimi kutladığımı hatırlıyorum. İyi ki gelmişim diyordum durmadan. Bu şehre yerleşme kararımın doğruluğu, beni bu masalsı başkente daha da çok bağlamıştı. Londra gerçekten ruhuma iyi gelen, his yumağı bir şiir gibiydi adeta.
Aslında hala öyle, ama sanırım artık güneş çıkarsa öyle. Şehir yemyeşil, yağmurlar tertemiz. Fotoğraflarda görüp imrendiğin her şey gözünün önünde. Dünyanın sayısız coğrafyasından bambaşka karakterdeki insanları kendine çeken, cazibesi yüksek, çok kültürlü başkent Londra. Bu fırsatlar kentinin ve bu yeni dünyanın insanı olmak için en hızlısından deli gibi İngilizce ögrendiğimi hatırlıyorum. Zihnim dersine yeni başlamış öğrenci gibi pırıl pırıldı. Yanıma oturan bizim memleketin bu taptaze göçmenleriyse daha çok gençler ve eminim benden daha hızlı kapacaklar bu her kapıyı aralayan dili.
Hatırlıyorum … İlk aylar kendimi sessizliğin huzuruna kaptırmıştım. Uçsuz bucaksız parklar, parktaki komik sincaplar… Nerenin resmini çekeceğimi şaşırmıştım. Her bina, her park, her şey çok özeldi. Bulutlar o zaman da güneşimi kapatıyordu ama ne gariptir ki hoşuma gidiyordu. Beatles`ın, Virginia Woolf`un şehrindeydim ve kitaplar okutan gri gökyüzüne, içimi ısıtan müzik dolu caddelere yavaş yavaş alışıyordum. Vızır vızır işleyen trafik, yerin altını örümcek ağı gibi kaplayan hızlı trenler. London Bridge, Camden, Oxford Street. Rengarenkti her yer. Sanırım benim favorim o zamanlardan beri Covent Garden. Onların gözde mekânı neresi olacak acaba?
Demem o ki onlar da beni tekrar edecekler. Bu genç göçmenler de özgürlükleri ile volta atacaklar. Tüm Londra sınır tanımayan hayallerine kucak açmış gibi gelecek. “Thank you”, “Sorry”, “Please”. Hücum edecek kulaklarına. Yaşayacakları kentin nazik dokulu insanlarına hayran kalacaklar. Tarih kokan sokaklar, sanat eseri binalar, kurallı ve dakik bir şehir… Kıpır kıpır kafelerde mola verecekler. Oat Latte, krosan, porridge. Sütlü çay, kahvaltıda soslu fasulye. Uzunca bir zaman hepsini tadacaklar. Kim bilir… belki de sonunda peynir, zeytin, tereyağı ve balda, iyi demlenmiş çaya daha da bağlanacaklar.
Londra’yı deneyecekler. Bu yeni ülkeyi yaşayıp görecekler. Ve hissettiğim o ki bizden çok daha donanımlı olan genç göçmenler, birbirlerinden asla kopmayıp, Londra`nın üstesinden elbette gelecekler.
Hikayeyi sesli dinlemek için linke tıklayınız:
https://www.instagram.com/reel/C_EXD_DJYuL/?utm_source=ig_web_copy_link&igsh=MzRlODBiNWFlZA==