
Bir yola çıktım, adı hasret.
İçimde bir valiz dolusu sevda,
biraz korku, biraz umut…
Geriye dönüp baktığımda,
bir evin ışığı gibi içimi ısıtan anılar kaldı.
İleriye baktığımda, tanımadığım sokaklar.
Ve ortasında ben,
ne tam orada ne artık burada…
Hayatımın tamamı bir ülkede, bildiğim sokaklarda, tanıdık yüzlerin arasında geçti. Ta ki bir gün, bavulumu toplayıp ilk kez yuvamdan ayrılana kadar… İlk kez, bir başka memlekette yeni bir hayat kurma cesaretini gösterdiğimde… O yer: Londra. Haritada küçük bir kara parçası gibi duran ama benim için her şeyi baştan yazan bir şehir. Kalabalıkların ortasında kimsenin tanımadığı, sokakların adres bilmediği bir yolcuyum artık.
Kimine göre şanslıyım. Kimine göre “oh be” dedirten bir hikâyem var. Oysa ben sadece, bir garibim. Gurbetçiyim, yani hep biraz eksik, hep biraz özlem taşıyan…
Londra’da yağmur tanıdık bir misafir gibi. Sokaklar gri, yüzler soğuk, saatler hızlı. Ama asıl içimde yağıyor yağmur. Aniden bastıran bir özlem gibi, yüreğim ıslanıyor ansızın. Mesafeleri kaldıran teknolojiye rağmen sesini duyunca ağlamamak için boğazına yumruk gibi oturan bir düğümle yaşıyorum. Her “iyiyim” deyişimin ardında koskoca bir “keşke” yatıyor.
Bayram sabahlarında kalabalık sofralara özlemle uyanıyorum. Oysaki burada, bir bayram sabahı sadece takvimdeki bir tarih. Kapım çalınmaz, kimse “bayramın mübarek olsun” diye sarılmaz. Burada doğum günleri yalnız geçer, hastalıklar sessiz. Ne çorba yapan bir anne eli, ne çocuk bakacak bir komşu vardır. Sadece kendin varsın. Ve evet, bu yalnızlık da Londra’nın puslu havasına karışır, seni de biraz buğulu yapar.
Çocuğun büyürken sen yanında olsan da yok gibisindir. Memleketten uzakta büyür, kuzenleri olmadan, babaannelerin masallarını duymadan. En büyük mirasın dilin olur ama onun için bile çabalamak zorundasındır. Okullarda iki kimlik arasında sıkışan bir aidiyetle büyür çocukların. Ve sen, her sabah evden çıkarken hem anne, hem baba, hem memleket olursun onlara.
Bazen soruyorlar: “Alıştın mı artık?”
İnsan alışır mı yersizliğe? Bir ömür yadırgar durur. Gittiği yere ait olamaz, döndüğü yerde yabancı kalır. Memlekete gittiğinde çocuk gibi şen olursun, ama dönünce bir parça daha eksilirsin. Ve bu eksiklik, Londra metrosunda seni aniden gözyaşlarına boğar; sebebi yok gibidir ama aslında çok sebebi vardır.
Londra seni kalabalığın içinde yalnızlaştırır. İnsanlarla dolu sokaklarda bir tek tanıdık yüz görmeden yürümek gurbetin tanımıdır. Burada özgürsün ama özgürlük, çoğu zaman yapmak istemediklerini yapmamak değil, ihtiyacın olan şeyleri paylaşacak kimsenin olmamasıdır. Yalnızsın çünkü yanına “bir çay içer miyiz?” diye uğrayacak kuzenin, “bunu beraber halledelim” diyecek bir kardeşin yoktur.
Evet, bazen güzel şeyler de olur. Yeni insanlar, yeni hikâyeler girer hayatına. Ama ne olursa olsun, bu topraklar seni hep misafir sayar. Hiçbir ev, çocukluğunun avlusundaki tahta kapı gibi açılmaz sana. Hiçbir park, memleketin çayırları kadar ferahlatmaz içini.
Ve sonunda anlarsın: Gurbet bir yer değil, bir hâlmiş. Gittiğin şehir değil seni yoran; içinden çıkamadığın boşlukmuş. Ne zaman durup aynaya baksan, gözlerinde yorgun bir özlemin gölgesi var. Ve o vakit bilirsin ki, gurbet artık seninle. Nereye gidersen git, içinde taşıdığın bir yolculuk bu. Bitmeyen, dinmeyen, ama seni sen yapan bir şey.
Londra’da yaşıyorum, ama kalbimin bir ucu hâlâ annemin pazar kahvaltısında, babamın sessiz bakışında, çocukluğumun sokağında sallanan salıncakta.
Ve bu satırlar bir bavulun içine sığmayan özlemin hikâyesidir…
- Bir gün değil bir ömürlük devrim
- İçsel arınma ve zihinsel özgürlük
- Turnam ile yeniden kanatlanmak
- Zihnini sakinleştir ve hayatını dengele
- Adaletin iki yüzü
- Öz şefkatin derinliklerine yolculuk
- İlişkilerin mihenk taşı: Sadakat
- Uzun İnce Bir Yoldayım
- Haziran
- Kilometrelerce uzakta bir kalbin yalnızlığı: gurbet mektupları