“Dünyada iki tür insan vardır: Yaşayanlar ve yaşayanları seyredip eleştirenler. Seyretmek ölümü, katılmak ise yaşamı simgeler! Yaşamak, kendisi olabilmeyi ve yaşama etkin bir biçimde katılabilmeyi tanımlar. Bu insanın kendi sorumluluğunu, bir başka deyişle, yaşamına anlam katma sorumluluğunu içerir. Sorumluluğunu üstlenen kişi özgürdür. Özgür insan daha az korkar, onun için sevebilir”. Bu satırlar Prof. Dr. ve yazar Engin Geçtan’a ait. Bu satırları yıllar önce, bireyselliğimi, toplumu ve o zamana kadar bilinçli bir şekilde, kendi öznel dünyamdan bakarak sorgulamadığım yaşamı anlamaya çalıştığım sıralarda okumuştum. O zamana kadar herhalde Geçtan’ın tanımladığı ikinci tip, yani yaşamı seyirci olarak izleyenler kategorisindeydim. Sonrasında, Geçtan ve ona benzer yazarları okuyarak, diğer kategoriye girme mücadelesi içerisine girmeye çabaladım.
Sosyal yaşam, insanın varlığı, gelişimi öyle kolay anlaşılacak, çözülecek gibi değil. İnsan bir şeylere öyle hemen karar verip yerine getiremiyor ya da bir şeyleri hemen kestirip atamıyor. Bu sancılı, zorlu bir mücadele ve çoğu zaman insan tek başına kaldığında, gerekli desteği alamadığında, bu mücadelesinde başarısız olabiliyor. Hiçbirimiz bu dünyaya kendi kararımızla gelmiyoruz. Hiçbirimiz bu dünyaya bağımsız olmak amacı ve bilinci ile başlamıyoruz, bu daha çok etkin bir şekilde yaşama katılmanın gerekliliği olarak sonradan kendisini dayatıyor. Anne karnındaki bağımlı yaşamımız, daha sonra bebeklik yıllarında da devam ediyor ve çaba sarf etmeden, annebabamıza tümden bağımlı olarak yaşama devam edebiliyoruz. Ama bu yerini her geçen gün sorumluluk almaya, kendi yaşamımıza, kendi seçimlerimizle geleceğimize yön vermeye bırakmazsa, yaşanılacak olan Geçtan’ın belirttiği gibi, kişinin yaşama seyirci olarak katılmasından başka bir şey olamayacaktır.
Bazılarımız bağımlılığın, birlikte olmanın neresi kötü diyebilir. İnsanın birey olmayı öğrenerek gelişmediği bizim gibi toplumlarda, insanlar birbirleri ile uyumlu bir yaşamı çokta güzel bir şekilde devam ettirebiliyor. Ne şiş yanıyor ne kebap, toplumla uzlaşan kişi hem varolan sisteme “yararlı” oluyor hemde sevilip, sayılıyor. Ama olan yine kendisine (aynı zamanda bireyin olası açığa çık(arıl)mamış vasıflarını değerlendiremeyen topluma) oluyor , çünkü kendi bireyselliğinden vaz geçen kişi, aynılığından, farksızlığından dolayıda belli bir süre sonra değersizlik duyguları yaşamaya başlıyor. Bu arada, topumsallık içerisinde örgütlenen, kendilerini ilerici olarak gösteren birçok grupta, grup yaşamını, birlikteliğini ön plana çıkarıp, bireylerin özgürce öğrenmelerine ve gelişmelerine köstek olabiliyor ve bu şekilde varolan düzenlerine karşı çıkacak, sarsacak sesleride engelleyebiliyorlar.
Diğer taraftan, birçok insanın özgür olma mücadelesi içerisinde kendileri ve yaşadıkları toplum ile dengeyi kuramayarak tamamen uç noktalara savrulduğu görülebiliyor. Bağımsız olmak demek, toplumdan, kişinin yaşamının vazgeçilmez bir parçası olan kültüründen kopması değildir. Çözüme bu şekilde ulaşmaya çalışan (aksini iddaa etseler de) insan yada grup sonuçta marjinalleşecek ve hem toplumdan hemde verimli bir yaşamdan olacaktır. Dengeyi kurmak çok zor ama zor diyerek vazgeçmek yada küskün bir şekilde, amaaan ne olursa olsun demekte doğru değil. İşte dengeyi kurma mücadelesi insan olmayı, canlı bir yaşamı simgeler. İnsan bu mücadele içerisinde zenginleşebilecek ve edindiği bu zenginliğini sonrasında hem bireysel yaşamına hemde parçası olduğu kültüre, toplumuna ya da grubuna yansıtabilecektir.
- Kendi Romanımızın Baş ‘Kahramanı’ Olmak
- Romanımızın baş ‘Kahramanı’ olmak
- Özgür Birey Özgür Toplum
- Vicdan, Politika ve Empati
- Kendine Zarar Verme
- Konuşarak Sorunlarımı Çözebilir miyim?
- Psikolojik terapilerden neden korkuyoruz?
- Mahallenizdeki Terapist – IAPT
- Yanlış kişiyle evlenmek
- Facebook Paylaşım Savaşları!