Hayatımı anlatsam roman olur. Bu cümleyi ya kendimiz hayatımızın en az bir anında bir yerde kullanmış ya da başkalarından bir şekilde duymuşuzdur. Belki de bu cümleyi kullanarak o ana kadar yaşadığımız sıkıntıların, acıların, travmaların ne kadar çok olduğunu duyurmak isteriz.
Başımıza onca şey gelmiş, ayrılıklar, ölümler görmüş, küçük düşürülmüş, sevilmemiş, karşılaştırılmış, dövülmüş, korkutulmuş, tacize uğramış, tam sevdiğimiz kişiyle birlikte olacakken onu başkasına kaptırmış, zorla bir yerden bir yere sürülmüş olabiliriz. Yaşamlarımız romanlarla, hikayelerle dolu. Yaşadıklarımız okuduğumuz en iyi kitaptan, ya da izlediğimiz en iyi filmden daha ‘canlı’ ve daha ‘gerçek’. O kadar gerçek ve canlı ki çoğunlukla ve genellikle bizim için, bizimle birlikte yazılmış hikayenin, hikayelerin içinde kaybolup gidebiliyoruz.
Ana karakteri olarak başladığımız romanımız kendimiz, diğerleri ve dünya hakkında nelere, nasıl inanıp, davranmamız gerektiği hakkında bizleri ‘belirli’ bir taslağa yerleştirip ‘terbiye’ ediyor. Bunu öyle bir ustalıkla yapıyor ki romanın içindeki ana karakter olduğumuzu, hayatımı anlatsam roman olur dediğimiz an da bile fark etmiyoruz. Fark etmemeyi öğreniyoruz, çünkü farkındalık hissetmek istemediğimiz korkularla, endişelerle, üzüntü ve suçluluklarla yüzleşmemizi koşulluyor. Özellikle de bu yüzden sinirlenmeyi, manipüle etmeyi, baskılamayı, saklamayı, yalanı, yalnızlığı, saatlerce – günlerce hatta yıllarca kendi kafamızın içinde geviş getirerek kalmayı öğreniyoruz. Yaptıklarımızın yanlış olduğunu bilsekte müdahale edemiyoruz.
Müdahale etmenin getireceği ‘acılardan’ korktuğumuzu kendimize itiraf edemiyoruz. Hep bir yerlerde belki de en derinlerde bu yaşadıklarımızın bizim hatamız olduğunu düşünüyoruz ama bunu dillendirmekten kaçmak için direnip duruyoruz. Böylece bizimle birlikte yazılan roman, yaşamımızı, geleceğimizi ve nasıl bu dünyaya veda edeceğimizi belirliyor.
Müdahale etmezsek. Bu roman ne kadar ustalıkla yazılmaya başlayıp, kendi içindeki mükemmellikle yaşamlarımızı kurgulasa da buna müdahale etme şansını bizlere veriyor. Ne kadar zor olsa da, sayfalar yazıldıkça, bir yerlerde hareket alanı bulabiliyoruz. İşte hareket alanı bulduğumuz o anlarda yakaladığımız fırsatları değerlendirdiğimiz oranda o hikayenin ‘içinde’ olmaktansa ona ‘dışarıdan’ bakmayı öğrenebiliriz. Romanımıza dışarıdan bakmak, romanın neler anlattığını, size nasıl hizmet edip etmediğini, yaşamınızı nasıl dikte ettiğini, çalıştığını ve hatta içinde bulunduğunuz, havasını soluduğunuz dünyanın aslında nasıl bir yer olduğunu belki de ilk defa daha objektif gözlerle görmenizi sağlayacak.
Belki de farkındalılığımızla kendi romanımıza dışarıdan bakmayı öğrenmek, yaşadığımız hikayenin, hikayelerin ne kadar doğru, ne kadar yanlış olduğunu ya da ne kadar güzel ya da ne kadar çirkin olduğunu birilerine, kendimize ispatlamanın gereksizliğini de bizlere gösterebilecek. Böylece bugüne kadar yazılan romanın sadece var olmak derdiyle, yaşadıklarını anlamlandıran ve alışkanlıklar vasıtasıyla yoluna devam eden beynimizin sadece kendi işini yaptığını görebileceğiz.
Bizim için olmazsa da bizimle, baş kahramanı olarak içinde yer aldığımız romanlara bir bakalım, acaba yazılanlar gerçekten bize yardımcı oluyor mu? İstediğimiz, özlediğimiz yaşamı yaratmamız da bizimle mi?
- Kendi Romanımızın Baş ‘Kahramanı’ Olmak
- Özgür Birey Özgür Toplum
- Vicdan, Politika ve Empati
- Kendine Zarar Verme
- Konuşarak Sorunlarımı Çözebilir miyim?
- Psikolojik terapilerden neden korkuyoruz?
- Mahallenizdeki Terapist – IAPT
- Yanlış kişiyle evlenmek
- Facebook Paylaşım Savaşları!
- Çocuklar Devamlı Mutlu Olmak Zorunda mı?